31 Aralık 2023 sabahı uyandığında kafası karışık, içi daralmış bir halde lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkayıp çay suyunu koydu; ki, tam o sırada kedilerin her tarafı pislediğini fark etti. Sansar ve Bihter akşam biraz fazla hamsi yedikleri için ortalığı berbat etmişlerdi anlaşılan.
Önce Bihter miyavladı, ardından Sansar yavaş yavaş yanaştı yanına. İkisine de hak ettiği fırçayı attıktan sonra ortalığı temizlemeye başladı. Evin iki kedisi de çok yaşlanmıştı artık. Ne yapacakları pek belli olmuyordu ama sonuçta bu evin sakiniydi onlarda.
Ortalığı temizledi, kahvaltı sofrasını hazırlamaya başlamadan önce her zaman yaptığı gibi çay suyunu koyduğu sırada eşi kalktı yataktan. Yeni yıl arifesinde geçmişe özlem duyan, o günlerin güzelliğini arayan bir sohbet eşliğinde kahvaltılarını yaptılar.
Hakikaten eski günler daha güzeldi. Dostluk, arkadaşlık ve hatta akrabalık bile geçmişte kalmıştı! Eskiden kredi kartı yoktu mesela, banka kredisi kullanan da pek olmazdı. İhtiyaç hasıl olduğunda kardeşlerden, arkadaşlardan veya uzak/yakın akrabalardan borç alınırdı. Önceleri; borç, vadesine bak(ıl)maksızın lira olarak verilirdi. Daha sonraları, zamanın ruhuna uygun olarak döviz veya altın olarak verilmeye başlandı ama hiç değilse vade koşulu yoktu! Ne zaman eliniz rahata ererse; o zaman öderdiniz eş, dost, akraba borcunu! Hatta ev falan aldığınızda; ilk olarak yakınlarınız kendince bir miktar katkıda bulunur, borç olarak verdiğinin bir kısmını da ev hediyesi diye geri almazdı. Ne de olsa “Allah yuva kurana yardım eder”di! Pahalı ev eşyaları arasında sayılan buzdolabı, çamaşır makinası veya televizyon(lar) esnaftan taksitle alınır, karşılığında senet bile düzenlenmezdi. Mahallenin kızına yan gözle bakılmaz, mahalledeki dul kadına, garibe gurebaya sahip çıkılırdı. Öksüz ,ya da yetim çocuk(lar); sanki bütün mahallenin öz evladı gibi muamele görürdü. Eskiden aynı mahallede yaşayan zenginle fakir, öğretmenle bakkal veya kapıcı arasında pek de bir fark gözetilmez, düşene tekme atılmazdı. Sonraları başlamıştı bu farklı mahallelerde yaşama işleri. Doktor, mühendis veya öğretmen çok sonraları küçümsemeye başlamıştı mahalledeki bakkalı, ya da apartmanın kapıcısını. Onun için önce semtler değişmişti sonrasında gidilen yerler, mekanlar. Köy ebesi olan ablasının mecburi hizmeti bittiğinde Samsun’a tayin olmuşlardı ailece. Büyük abisi, Trabzon’un Araklı İlçesinin Pervane köyünde ilkokul öğretmeniydi o zamanlar. İlkokul üçü bitirdikten sonra köyden kente göçen her çocuk gibi o da koskoca kentin içinde yapayalnız hissetmişti kendisini. Babası vardı ama annesinden ayrı olduğu için kırk yılda bir görürdü yüzünü. Okula gitmeden gazete okuyacak kadar ilerletmişti okuma yazma işlerini. Ortaokul biter bitmez köy ebesi olarak çalışma hayatına atılan çocuk yaştaki ablası onun hem ikinci annesi, hem de oyun arkadaşıydı. Okuma yazmayı okula gitmeden çok önce ondan öğrenmişti. Büyük abisi oldukça sofu bir adamdı. Yaşıtları daha “Elif-Ba”yı bile çöz(e)memişken -o abisinin zoruyla da olsa- kuran okumaya çoktan başlamıştı. Çocukluğunun geçtiği mahallede ne çok arkadaşı vardı! Önce hep birlikte kuran kursuna gitmiş, sonra büyük bir çoğunluğu mahallenin sevilen abisi Kamuran’a özenip devrimci yoldan yürümeye başlamışlardı. Mahalledeki gençlerinin çoğu Kurtuluş’çuydu ama kimse Kurtuluş’çu olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu o zamanlar! Sonradan aralarında Halkın Kurtuluşu sempatizanı olanların da olduğu ortaya çıkmıştı ama en önemli dayanakları her zaman aynı mahallenin çocuğu olmalarıydı. Okuyup doktor, mühendis olanları da çıktı aralarından, sıradan işçi memur olanları da. Mesela Mithat ve Cihat doktor olmuştu. Tamer ve kardeşi Murat mühendis. Özlem diş doktoru. Gamze ve Murat Bülent avukat, Selim ise öğretmen. Hatta -adı lazım değil- eski bir okul arkadaşı, şimdilerde paşa emeklisiydi! Cihan, özel sektörde yükselmişti bir miktar. Osman memur olabilmişti zar zor! (Öcü) Zafer babasının sayesinde özel güvenlik görevlisi olmuş, Hakan ise bir sürü işe girip çıkıp dene(n)dikten sonra gazetecilikte dikiş tutturabilmişti ancak. Mithat ve Osman sanki kardeş gibiydi. Mithat’ın annesi Osman’ı pek sevmezdi ama babası çok sevecen yaklaşırdı ona. Anasının “analı babalı yetim oğlum” diye sevdiği Osman’a sahip çıkardı Abdullah Amcası. Oturup yazmaya karar verse birgün, üç dört ciltlik bir kitap rahatlıkla çıkardı onun çocukluk anılarından. Kuran kursu öğretmeni mendebur Ömer Hocayı caminin bağış kumbarasından para çalarken yakaladıkları zaman önce ondan iyi bir dayak yemişlerdi ama sonra caminin asıl imamı olan Orhan Hoca onun defterini dürüvermişti. Uzun zaman yaşadığı Fevzi Çakmak Mahallesinden, Selahiye Mahallesine taşınmışlardı bir süre sonra. Okulu devrimcilerin, evi ise faşistlerin hakim olduğu iki ayrı bölgede olduğu için epeyce bir kovalanmışlığı, nefes nefese yakalanıp ölesiye dayak yemişliği vardı. Sonunda, dayak yiye yiye kaçmamayı; dövüşmeyi de öğrenmişti, dövmeyi de! İkinci babam dediği küçük abisi hep çalışırdı. Okurken bile çalışmak zorundaydı zaten! O, Meşelidüz Köyünde ortaokul olmadığı için az bir para karşılığında Samsun’da ikamet eden yaşlı bir çiftin yanında kalıyor, ortaokula ancak bu sayede devam edebiliyordu! Yaz tatillerinde köye geldiğinde; ya da köyde kaldığı zamanlarda mevsimine göre dağdan kızılcık, elma falan toplayıp, cıvık hamurla yapıştırdığı eski kitaplarından veya gazete kağıdından yapma kese kağıtlarına doldurur, onları köy istasyonunda mola veren tren yolcularına satar, oradan kazandığı paranın bir kısmını annesine ablasına verir, bir kısmıyla da kendi okul masraflarını çıkartırdı. Bazen ayda, bazen onbeş günde bir köye gelip onları ziyaret eder, her geldiğinde de yanında bir oyuncak getirmeyi ihmal etmezdi küçük kardeşi Osman’a. Gelirken olduğu gibi giderken de para vermemek için trene, marşandize kaçak olarak biner, yanında anasının yıkayıp pakladığı tertemiz çamaşırların kokusunu içine çeke çeke Samsun’a doğru yol alırdı. İkinci babalığı hiç bitmedi küçük abisinin! Küçüklüğünde, okurken, ufak tefek işlerde çalışırken, büyümeye başladığında, gençliğinde, evlendiğinde, sürüldüğünde, eza cefa çektiği dönemlerde, büyüyüp koskoca adam olduğunda, ve hatta yaşı altmışa merdiven dayamışken! Hep onun yanında oldu ikinci babası. Yıldızının parladığı iyi günlerinde bir adım gerisinde durdu her daim, ama kötü günlerinde hep ondan bir adım önde olmayı seçenlerdendi. Yaşıtları, arkadaşları, yoldaşları çok erken öldü. Kimisi vuruldu, kimisi vakitsiz hastalıkların kurbanı oldu, kimileri yaşadığı hayatın yüküne katlanamayıp intihar etti. Askerden yeni geldiğinde çocukluğundan beri “teyze” dediği annesinin halasının kızının küçük oğlu bir güneydoğu vilayetinde vurularak öldürülmüştü. Cenazesi çok kalabalıktı. Bir grup insan “şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganını neredeyse kırk yıl önce belki de bu topraklarda ilk kez atarken, buz gibi donmuş bedeniyle toprağa vermişti çocukluğunun güler yüzlü can parçasını. Üç Fidanın idamını, Kızıldere Katliamını falan hatırlıyordu iyi kötü. Ortaokul lise çağlarındayken, önce Nurettin Altaylı’nın cenazesine katılmışlardı hep birlikte, sonra kendi yaşıtları, mesela top arkadaşları Uğur’un ve daha nicelerinin kara toprağa verilişine tanık olmuşlardı. 19 Mayıs Lisesinde okurken Maraş Katliamının ardından TÖB-DER’li öğretmenleriyle birlikte katıldıkları boykotu, yaptıkları yürüyüşü hiç unutmamıştı. İşte böyle böyle büyüyü vermişti akıp giden zaman içinde. Yokluk, yoksulluk ve yoksunluk içinde büyümüş; dişe diş, göze göz mücadele ederek gelmişti bu günlere! Daima halkın yanında yer alan devrimcilerden etkilenmiş ama beş vakit namaz kılmasalar da, bir kere bile olsun cuma namazını kaçırmayan Mithat’ın Babası Abdullah Amcasından ve Hakan’ın Babası Kadir Amcasından da çok esinlenmişti. Mühendis Orhan ve Şevki Amcalarını da unutmamak gerekirdi tabii. Onlar da ilerideki hayatında edindiği duruşta içten içe pay sahibi sayılırlardı. Karşı apartmanın üçüncü katındaki Şevki Amcayla Türkan Teyzenin hiç çocuğu olmamıştı mesela. Ama onlar, evlat edindikleri sarı saçlı mavi gözlü minik kızlarını bağırlarına basıp; gözleri gibi koruyup büyütmesini de, ondan olan torunlarını öz torunları gibi sevmesini de bilmişlerdi. Her biri çoktan toprağa karışmış olsa(lar) da, onların benliğinde bıraktığı iz/ler onu bu günlere taşımıştı. Yılbaşı da neyin nesi (?) diye düşündü. Zaman kavramı icat edilmese yıl mı olacaktı sanki? Kim bilecekti olmayan yılın başını ve/ya sonunu. Şu gezegene ayak basalı neredeyse altmış yıl olmuş ama, ne sermaye egemenliği kırılabilmiş, ne de bilim; din olgusunun karşısında galip gelebilmişti bunca zamanda. Televizyonlarda, internet ortamında, sosyal medya mecralarında ne idüğü belirsiz bir sürü adam her sene bu zamanlarda “yılbaşı kutlaması haram” diye fetva vermeye başlardı ama hiçbiri memlekette yaşanan onca haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık, uğursuzluk karşısında gıkını bile çıkar(a)mazdı. Zaten bu tipler sadece iş(ler)ine gelmeyenleri haramdan sayar, kar payı adı altında faiz yer, dinen vermekle yükümlü olduğu halde kimseye zekat falan da vermezlerdi. “Hak için kurban, küp için kavurma” mantığıyla kurban kestiklerinden, onların kestikleri kurbanın eti fakir fukaraya, garip gurebaya nasip olmaz, doğruca ya buzdolanında, ya da varsa derin dondurucuda istiflenir; cami çıkışlarında verdikleri üç kuruşluk sadaka, ya da ramazan aylarında verdikleri fitre ise hiç dillerinden düşmez, akıllarından da çıkmazdı. Eşek kadar adamların torunu yaşındaki kızlarla evlen(diril)mesine kırk türlü bahane bulmaya uğraşan bu tip adamlar konusunda yıllar önce rahmetli olan sofu abisi “onlar müslüman değil oğlum, olsa olsa münafık olurlar, sakın onlara aldanma” diye uyarıda bulunurdu. Yıllar önce bir ramazan ayında okuldan evine dönerken yolunu kesip “hohla bakalım oruç tutuyor musun” dedikten sonra önce ağzını kokluyor gibi yapıp, sonra da onu öldüresiye döven faşistler de aynı kategoriden sayılırdı aslında. Sorsan ne İslam'ın, ne de İmanın Şartlarını saymaktan aciz; ağızları leş gibi içki kokan ve sadece kalabalık olmalarından güç alan o gözü dönmüş çakal sürüsü nasıl da dövmüşlerdi oruçlu olduğu için açlıktan başı dönen, korkudan bacakları titrediği için de kaçmayı bile beceremeyen el kadar Osman’ı. Aradan geçen on yılların marifetiyle giderek görünmez hale gelen burnunun sağ üst tarafındaki bıçak yarası da o günlerden kalmaydı. Bunca yılın ardından geriye baktığında bir kere olsun mutlu olduğunu hatırlamıyordu yılbaş(lar)ında! Çocukları küçükken sofralar kurmuşlardı en azından onların hatırına ama o sofralarda bile ağız dolusu gül(e)memişti hiç. Son zamanlarda, ölen çocukluk arkadaşlarından Hakan’ın dinlediği arabesk müzikleri dinlemeyi takıntı haline getirmişti. Bir de Grup Yorum ile sahneye çıkan Tuncel Kurtiz'in okuduğu “Geçit Yok” şiirini. Cem Karaca’nın meşhur şarkısında olduğu gibi; hayatı boyunca “işçi” olan/kalan bir insan, son tahlilde “kendi hayatının bile patronu olamıyordu zaten”!“Umut” dedi eşiti “umudu kaybetmemek lazım hayatım, bu kadar karamsar olma. Söyle, akşama ne istersen yapayım. Bir iki kadeh de içki içersen şu pesimist ruh halinden sıyrılı verirsin belki. Son zamanlarda senin için çok endişeleniyorum”.
“Yok” diye cevap verdi. “Umut yok”! “Onun için boşu boşuna umutlu olmaya da, umut dağıtmaya da gerek yok”. “Madem ki, umudu büyüt(e)medik bunca yıllık hayatımızda, artık öfkemizi kuşanmanın zamanı geldi de geçiyor demektir Hafız’ım”. “Umut yoksa, öfke var”! “Madem ki umudu büyütmemize izin vermediler, o zaman öfkemizle yüzleşecekler başka yolu yok”.“Bunca yıldır hep aynı teraneleri dinledik durduk. Kemer sıkmak hep bize düştü, bizim sırtımızdan zevk-ü safa sürmek onlara”.
“Şehitlik, ölüm hep bizim çocuklarımızın kaderi oldu, paralı askerlik, onlarca gemicik onların çocuklarının”.
“Bu ülkede fakirlerin çocukları imam hatiplere doldurulurken, zengin süslümanların çocukları alman, fransız, italyan bilmem ne okullarında okudular”! “Bizimkiler en iyi ihtimalle işçi, memur falan olabilirken, onlarınkiler her daim mal mülk sahibi patron(lar) oldular”.“Belki ölüm, belki mültecilik bile bizim çocuklarımızın, torunlarımızın payına düşecek yakın bir gelecekte”!
“Onların bebeleri her zaman olduğu gibi; ama burada, ama yurt dışında yine zengin olacak, yine sağ salim ve afiyette”!
“Yok Hafız’ım, bura(lar)dan çıkış yok”. “Değil umut ışığı, umut ışığı huzmesinin geçebilmesi için küçücük bir geçit bile yok”. “Madem ki mevcut durum budur”! “Onun için boşver umudu falan”. “Umut yoksa; isyan var! Öfkemizi kuşanalım”... https://www.youtube.com/watch?v=wYv4fDaiOPQ