Deyim yerindeyse aslında tam da bu sefer, mültecilik meselesi, egemenlerin onları can damarından vuran bir yerden yani kendi, öz taraflarından zuhur ettiği için, kısıldıkları kapanda maskelerini de çekiştirmekte dünyanın huzurunda. Ukrayna’dan, savaşın başladığı 24 Şubat’tan beri sayısı iki milyona ulaşan insanın başka ülkelere doğru yola koyulduğu konuşuluyor. Bu ülkelerin en başında Polonya, Romanya, Slovakya, Macaristan, Moldova gibi Ukrayna’nın sınır komşuları yer almakta. Özellikle Polonya sınırına 1 milyon insanın akın ettiğine tanıklık etmekteyiz. Polonya’nın, doğudan müreffeh batı ülkelerine uzanan yolculuktaki en önemli duraklardan biri olması, gördüğü rağbeti anlaşılır kılmakta. Bir bakıma Polonya, Doğu Avrupa’nın en batısında bir ülke olarak, 89’da yıkılan Berlin Duvarı’nın, Sovyet Rusya karşısındaki dünyaya en stratejik armağanı olmasını da deneyimliyor da diyebiliriz.  Polonya’nın vaziyetine ilişkin görüşümüze böylece küçük bir dokunuş yaptıktan sonra, esasında onun da kıyaslamalı olarak yoksunluğunun müsebbibi olan ve arasındalık denen şeyi kendilerinden tevellüt belleyen toplumun sıkışmışlığına ve bu sıkışıklığın sebep olduğu şeylerden olmamız gereken huzursuzluğumuza geçebiliriz. Ve diyebiliriz ki, uluslararası toplumun Ukraynalı mülteciler karşısındaki duyarlılığı mülteciler konusundaki sıkışmışlığın bir kanıtıdır pek alasından. Söz konusu hareketliliğin, iki ülke her şeyiyle kayıp verirken, bu yoğunlukta vurgulanması bile bize, uluslararası toplumun 21.yy’da mültecilik meselesinin evrensel zeminine sımsıkı sahip çıkmadan aşabilmesinin mümkün olamayacağına bir kanıt niteliğinde çünkü. Ya da dünyanın başka ülkelerindeki ister içerde ister dışarıda devam eden savaşlarda, kökeni Avrupa olmayan insanların, akın akın bir yerlere, bilhassa bugün hareketliliğin olduğu yöne doğru sığınmaya çalıştığı hasıraltı edilmeye çalışılırken, dünya bu kez kapana fena kısılmış gibi. Deyim yerindeyse aslında tam da bu sefer, mültecilik meselesi, egemenlerin onları can damarından vuran bir yerden yani kendi, öz taraflarından zuhur ettiği için, kısıldıkları kapanda maskelerini de çekiştirmekte dünyanın huzurunda. Pek muteber büyüklerin üvey evlatlarının da olduğuna, bu evlatlara göz göre göre biçtikleri revaya ve ağzını ilk açtıklarında evrensel diye telaffuz ettikleri insan haklarına, insanlığa kimi şerhler düştüklerine dair kapalılıkları, fakat ne talihtir ki tam da örtmeye çalıştıkları yerden, mültecililkten açık seçik hale gelmekte. Avrupa, kendi yarasına melhem olmaya çalışırken şu gün, açtığı hatta açıp oyduğu yaraları da istemeden de olsa ikrar etmekte.
Suriye krizinden bu yana dünya tam anlamıyla kitlesel bir sığınma sorunuyla zaten karşı karşıya.
Orta Doğu’da, Afrika’da, hatta en büyüklerden birinin Latin kısmında ya da Uzak Doğu’da İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bir numunesinin bile yeryüzünde kalmaması için verilen mücadeleye rağmen mültecilik, oysa yıllardır devam eden en pozitif gerçeklerden biridir. Hatta, eğer kitlesel bir sığınma sorunundan bahsedeceksek insanlık olarak, takvim yapraklarından geriye doğru on yılı söküp attığımızda karşılaşacağımız Suriye krizinden bu yana dünya tam anlamıyla kitlesel bir sığınma sorunuyla zaten karşı karşıya. Ancak, bu bir ülkeye karşılık gelecek kadar büyük olan niceliğin, insan haklarından gayrısı teferruatken her seferinde hesaba katılması prensipte yasak olan din, dil, ırk gibi hasletlerine bakılmakta. Kısacası buna göre, Avrupalı değilsek ya da daha geniş ölçekten baz aldığımızda Batılı, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi bütün bir uluslararası hukukun birincil referans metninin en güçlü ilkelerinden biri olan sığınma hakkı, yurdunu terk etmek zorunda kalan hiç kimsenin hakkı olamaz. İki milyon, çoğuları için dudak uçuklatacak bir büyüklük. Buna zaten şüphe yok. Örneğin Avrupa Birliği Yüksek Temsilcisi, Josep Borrell’i, bir mülteci krizinin olduğuna ilişkin sıcağı sıcağına açıklama yaptırtacak bir çarpıcılıkta anlaşılan. Oysa, milyonlarca Suriyeli bizim sınırlarımıza dayandığında, “mass influx” denen olguyu literatüre yeniden sokarcasına hem de, Batı ortaladığı birkaç yer dışında sessizliğe bürünmüştü. Bu yüzden çoğuları dememizin nedeni, bu rakamın neredeyse beş katı kadar insanla ülkemizde yaşam sürdüğümüzü hesaba kattığımızda, doğal olarak bizim gibi ülkelerin bu nitelemenin buz gibi dışında kalacak olmasıdır. Birkaç gücün, tüm evrensel değerleri, kendisi dışında geriye kalan bütün dünya toplumları için hariçte bıraktığı bir evrendeyiz ne yazık ki. Fakat, gel gör ki, şu gün bütün sosyo-ekonomik derdine ve toplumundaki binbir çalkantıya rağmen ve iki Avrupa ülkesi arasında cereyan etmese de başka savaşlardan ama günün sonunda bir savaştan kaçan milyonlarca insanı nedeni her ne olursa olsun topraklarına kabul eden biz Türkiye’nin ya da Lübnan’ın, Ürdün’ün kısacası biz, niceliksel olarak ezici çoğunluk olsak da dünyanın “öte geçesinin”, ama ederi tabiri caizse “beş” etmeyenlerin dışında kaldığı, ve her nasılsa dünyanın bir şekilde her şeyini belirleyen bir kaçının oluşturduğu çoğunluğun aklı şaşıp kalmakta Ukraynalı mültecilerin kitlesel kaçışlarına. Eline silah alan bir Ukraynalı kadının durumunu konuşmak, onun tercihinde hangi dinamiklerin devreye girdiğini hesaba katarak bir fikir beyan etmenin ötesinde, çocuğunu sırtına alarak yaşam alanlarını terk eden diğer yüz binlerce Ukraynalı kadının sınırlardan geçişine, Avrupalının çıkardığı ses, bu sesin içlerine kaçtığı her durumun aslında bir sebebi olarak da çatlayan bir sestir, yerini bulmayacak olan. Çünkü verilen bu tepki, hepimizin şahitliğinde, verilmeyen tepkinin de altını kocamanca çizmiştir. Biz kendimiz için, ne olursa olsun ve barışmak fikrinin bir meyvesi olan evrensel değerlerin ilanihaye geçerli olduğuna ikna olmak istediğimiz uluslararası toplumun bu tepkisinin müşahidiyiz diyebiliyorsak, söylemediklerinden ve eylemediklerinden sebep, toplumların bölünmezliği ve birlikteliğine inanan ve gerçekten beynelminel bir vicdan karşısında kendisini hesap vermeye davet ederek ondan şikayetçi olduğumuzu da söyleyebiliriz.