Kemalizm, Osmanlı sonrası Türkiye modernleşmesinin ve uluslaşmasının temelini işaret etse de Türkiye ile sınırlı kalmayıp diğer Müslüman ve Müslüman olmayan ülkeleri de etkisi altına almıştı. Doğu modernleşmesi ve Batıcılık ekseninin kısa siyasi tarihini Doç. Dr. Burak Cop kaleme aldı. Takvimler Eylül 1928’i göstermektedir. Harf devriminin kanunlaşmasına daha bir buçuk ay vardır. Basında hâlen eski yazı kullanılmaktadır. Popüler bir yayın olan Köroğlu dergisi, yeni sayısının kapağında dikkat çekici bir illüstrasyona yer verir. Derginin maskotu Köroğlu 16. yüzyıldan kalma giysi ve serpuşunu çıkarmış, ceket giyip kravat takmış, başına da silindir şapka geçirmiştir. Elindeki meşalede medeniyet yazmaktadır. Ardında da iki kişi onu takip etmektedir. Sivil giyimli Köroğlu’ndan farklı olarak üzerlerinde askeri üniforma olan, ancak yine de Köroğlu gibi Batılı görünen bu şahıslar İran Şahı Rıza Pehlevi ve Afganistan Kralı Emanullah Han’dan başkası değildir. Sayfanın altında “Türk inkılabı Asya’nın masum milletlerini de uyandırmaya başladı” cümlesi yer alır. Onun altında da Köroğlu’nun bu iki hükümdara seslenişini okuruz: “Hey komşu İran, hey dost Afgan, Türk halaskarının bize verdiği bu meşale size de ışık veriyor. Hemen arkamızdan gelin[1]!” Kemalist Türkiye, başarıya ulaşmış bir bağımsızlık mücadelesi ile göz kamaştıran bir modernleşme ve ulus inşası modelinin temsilcisi olarak sadece İran ve Afganistan’ın hükümdarları için değil, post-Osmanlı dönemde eski Osmanlı coğrafyasındaki halklar için de örnek teşkil etti. Genç Cumhuriyet’in bu coğrafyadaki etkisi yalnızca Bulgaristan ve Kıbrıs Türklerinin Latin alfabesini benimsemesinde görülmedi. Eski Osmanlı coğrafyasındaki Türk, hatta Müslüman olmayan halklar da Kemalist modernleşmeden etkilendiler. Türkiye’deki Kemalist reformlar Arnavutluk’ta 1920’li ve 30’lu yıllarda, bilhassa Ahmet Zogu’nun hükümdarlığında, yeni medeni kanun üzerine yapılan tartışmalar başta olmak üzere pek çok modernleşme çabasında yol gösterici oldu. Mısır’da geleneksel ve modern giysiler üzerine tartışmalar Kemalist Türkiye’ye atıflar üzerinden yürütüldü. Türkiye’deki reformlar 1930’larda Yugoslavya’da özellikle Müslümanlar tarafından (ama yalnızca onlar tarafından değil) ilgiyle izlendi, kadın özgürleşmesi kapsamındaki adımlar hayranlıkla karşılandı[2]. İlker Aytürk, 1920’li ve 30’lu yıllarda Kemalist devrimcilerin yanı sıra bir dizi Asya ve Afrika ülkesindeki aydınlar ve siyasi seçkinlerin de dünya çapında rakipsiz tek medeniyet olarak algılanan Avrupa’nın, emperyalizmini bu üstünlük varsayımıyla meşrulaştırmasından ötürü, güvenlik tehdidi algıladıklarına işaret etmektedir.
Atatürk dönemindeki radikal reformlar, kendi geleneğine yabancılaşmış, Batı medeniyetine kör bir hayranlık besleyen, köksüz bir avuç elitin işi değildir. Bu reformlar son derece haklı güvenlik endişelerinden kaynaklanmıştır.
Batı-dışı dünyanın seçkinleri Batılılardan “farklı yazı sistemleri kullanmanın, farklı giyinmenin, kısacası farklı kültürün bir güvenlik sorunu yarattığını, sırf bu nedenle eşit kabul edilmeyeceklerini, topraklarına el konulup özgürlüklerinin kısıtlanabileceğini ve tabii ki sömürülebileceklerini acıklı bir deneyimle öğrendiler” [4]. Atatürk ve yol arkadaşları “Batı karşısında yok olmadan hayatta kalabilmek, eşit muamele görebilmek ve (…) tehdit değil istikrar merkezi olarak algılanabilmek için” Batılı uluslar ailesine dahil olmak istediler. Dolayısıyla Kemalist modernleşme salt ‘gelenek’ ile ‘modern’in çatışması bakımından yorumlanamaz. Atatürk dönemindeki radikal reformlar, kendi geleneğine yabancılaşmış, Batı medeniyetine kör bir hayranlık besleyen, köksüz bir avuç elitin işi değildir. Bu reformlar son derece haklı güvenlik endişelerinden kaynaklanmıştır[5]. DÜNYANIN BİRİNCİ LİGİNE KATILMAK İşin aslı, 3. Selim döneminden Cumhuriyet’e uzanan modernleşme çabalarında da aynı motivasyon vardır: Modernleşerek emperyalizm çağında ayakta kalmak ve Avrupa uluslar ailesine (yani dünyanın birinci ligine) katılmayı başarmak. Osmanlı Devleti bu aileye Kırım Savaşı’nın ardından resmen katıldı. Kavalalı isyanı ve 93 Harbi gibi trajik dönemeçlerde yıkılmanın eşiğinden Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki çelişkiler sayesinde dönmekle beraber, Osmanlı Devleti tümden istilaya uğrayıp sömürgeleşmemesini modernleşme çabalarında elde ettiği göreli başarıya borçludur. Soğuk Savaş döneminin Üçüncü Dünyacı paradigmasının etkisi altındaki kimi entelektüellerimiz Tanzimatçı/Batıcı aydın ile cumhuriyetçi/bağımsızlıkçı aydın arasında bir ayrıma gitse de[6] siyasal İslamcı AKP iktidarının 20. yılında hâlâ canlı ve belki de hiç olmadığı kadar halka mal olmuş bulunan cumhuriyetçilik, 200 yılı aşkın bir geçmişi olan Osmanlı-Türk modernleşmesinin uzantısıdır. Ayrımı, hükümdarın egemenliğini sınırlamak gibi bir vizyonu olmayanlar (Tanzimat reformcuları) ile onu kısmen (meşrutiyetçiler) veya tamamen (cumhuriyetçiler) ortadan kaldırmak isteyenler arasında yapabiliriz.
Siyasal İslamcı AKP iktidarının 20. yılında hâlâ canlı ve belki de hiç olmadığı kadar halka mal olmuş bulunan cumhuriyetçilik, 200 yılı aşkın bir geçmişi olan Osmanlı-Türk modernleşmesinin uzantısıdır.
Günümüzün sınırsız iktidar erki savunucularının Tanzimat reformcularıyla herhangi bir tarihsel özdeşlik kurmamaları, özdeşliği II. Abdülhamit despotizmiyle kurmaları dikkate alındığında, “Batıcı” ile “bağımsızlıkçı” arasındaki bir ayrımın günümüzde ancak arkeolojik değeri olabilir. Karşı-devrimin mutlak egemenliği altında bu ikisi aynı vücutta birleşmiştir. Modernliğin, “insanların bireysel ve kolektif olarak tarihlerini yaptıkları, bu amaçla yeni şeyler keşfetme ve geleneğe itaat etmeme hakları olduğu ilkesine” dayandığını belirten Mısırlı Marksist düşünür Samir Amin, siyasal İslam’ın özgürleştirici modernite kavramını reddederek demokrasi kavramını da reddetmiş olduğuna, çok sık öne sürüldüğü gibi “laikliğin aşırılıklarına tepkinin” bir sonucu olmadığına, radikal ve ılımlı İslamcılık arasındaki farkın önemsizliğine işaret eder[7]. BİR İNGİLİZ YAPITI OLARAK SİYASAL İSLAM Amin, siyasal İslam’ın doğuşu ve yükselişinde Batı emperyalizminin rolüne de dikkat çekmektedir. Batı’nın (bilhassa önce İngiltere, ardından ABD’nin) yanı sıra Pakistan ve Suudi Arabistan da uluslar-üstü bir akım olarak siyasal İslam’ın yayılmasında rol oynamıştır[8]. Siyasal İslam düşüncesi, Pakistanlı Ebul Ala Mevdudi tarafından “olduğu gibi kopya edilmeden önce”, Hindistan’ın parçalanmasını amaçlayan İngiltere’nin hizmetindeki oryantalistler tarafından, Müslümanların İslami olmayan bir devletin otoritesi altına giremeyeceğini savunmak için geliştirilmişti. Mevdudi iktidarın yegâne kaynağının Allah’ın hükümleri olduğundan hareketle yasa yapma hakkına sahip yurttaş kavramını reddetti, devletin de zaman-üstü geçerliliği olan şeriat kurallarını uygulamakla yükümlü olduğunu savundu.
İlginç olan, İslam dünyasındaki modernleşme/Batılılaşmanın çoğu kez Batılı emperyalist ülkeler sayesinde değil, onlara rağmen ilerletilmeye çalışılmasıdır.
Amin, Körfez ülkeleri ve Pakistan’ı dışarıda bırakarak, İslam dünyasında laikliğin gelişme potansiyelinin hiç de az olmadığını belirtir. Üç farklı tarihsel kesitte İslam coğrafyasında “aydınlanmış despotizm” örnekleri yaşanmıştır: Türkiye’de Kemalizm, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali ve takipçileri, İran’da Rıza Pehlevi ilk modernleşme vakalarıdır. İkinci sırada, sol tonu ağır basan ulusal-popülist (halkçı) iktidarlar gelir; Cezayir’de FLN, Tunus’ta Habib Burgiba, Mısır’da Nasırcılık, Suriye ve Irak’ta Baasçılık. Üçüncü ve son kesitte ise Güney Yemen ve Afganistan gibi, komünist olma iddiasındaki rejimler yer alır[9]. Adı anılan örneklerin çoğu ya yıkıldı ya da yozlaştı. Hiç şüphe yok ki aralarında en başarılı örnek, Atatürk’ün liderliğindeki Türk modernleşme projesidir. 2003 sonrası Irak ve 2011 sonrası Suriye’deki gelişmeler karşılaştırıldığında ise uluslaşma konusunda Suriye’deki Baas rejiminin Irak’taki Baas’a göre daha başarılı olduğu tespit edilebilir. İlginç olan, İslam dünyasındaki modernleşme/Batılılaşmanın çoğu kez Batılı emperyalist ülkeler sayesinde değil, onlara rağmen ilerletilmeye çalışılmasıdır. İngiltere, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını 1930’lu yıllara kadar hazmedemedi, Soğuk Savaş dönemindeki anti-modern/gerici akımlar da ABD’nin Türkiye’deki nüfuzuna paralel olarak güçlendi.
İslam dünyasındaki Batı düşmanı gerici akımlarla Avrupa’daki Müslüman karşıtı aşırı sağ birbirlerinin aynadaki ters görüntüsüdür; varlıklarıyla birbirlerini meşrulaştırırlar.
FLN Cezayir’de Fransızlara karşı savaş verdi. Nasır’ın Mısır’ı İngiltere ve Fransa’nın saldırısına uğradı, 1960’lar boyunca ABD’ye karşı Sovyetlerin müttefiki oldu. Afganistan’da, sonradan Taliban’a dönüşecek olan cihatçılara 1980’lerde ABD yoğun destek verdi. Saddam’ın devrilmesi Irak’ı cihatçıların cirit attığı ve güneyinde de İran nüfuzunun arttığı bir ülkeye çevirdi. Suriye’deki görece laik Baas rejiminin yerini İslamcı bir yönetimin alması için 2011’de ABD, AB, Körfez ülkeleri ve Türkiye aynı cephede birleşti. Türkiye’de AKP, 2013’e kadar ABD ve AB tarafından kararlı biçimde desteklendi. Soğuk Savaş boyunca Arap dünyasında da Müslüman Kardeşler desteklendi. AÇIK VE DOLAYLI ORYANTALİZM Batı ülkeleri, İslam coğrafyasındaki modernist rejimleri bağımsızlıkçı adımlarından dolayı hedef alırken, aynı zamanda da İslamcı/gerici hareketlere verdikleri destekle kendi oryantalist kültürel üstünlüklerini sürdürdüler. İslam dünyasındaki Batı düşmanı gerici akımlarla Avrupa’daki Müslüman karşıtı aşırı sağ birbirlerinin aynadaki ters görüntüsüdür; varlıklarıyla birbirlerini meşrulaştırırlar. Avrupa’daki çok-kültürlülüğü savunan “ilerici” çevrelerin “çeşitliliğe saygı” söylemi ise, Samir Amin’in ifadesiyle, “emekçi sınıflar arasında bölünmeyi derinleştirme işlevi görüyor”. Amin ayrıca, inanç özgürlüğüne saygıyı öneren “kültüralist” Batılıların, İslam dünyasında toplumlara (bilhassa kadınlara) yapılan sosyal baskıları hiç sorgulamadığına işaret ediyor[10]. Dolayısıyla oryantalizm sadece aşırı sağda değil, “ilerici” çevrelerde de mevcuttur. Türkiye hiçbir Ortadoğu ülkesiyle karşılaştırılmayacak kadar Batı’ya entegredir. Bu entegrasyonun tarihi bir derinliği var. Avrupa’da ve Türkiye’de kim ne derse desin, Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. AB’nin kendi çalkantıları ve yaygın Türkiye karşıtlığından bağımsız olarak, AB üyeliği, hiç gerçekleşmeyecek dahi olsa hedef olmaktan çıkartılmamalıdır. Çok kutupluluğun pekişmesi küresel siyasetin yadsınamaz bir gerçeği. Ancak Rusya ve Çin gibi dolayımsız sermaye diktatörlükleri, mevcut sosyal ve siyasal düzenleriyle, Atatürk Türkiyesi için model değil ancak partner olabilirler. Sözün özü, Batı’ya rağmen Batılılaşmaya devam! --- [1] @LibraryLost adlı Twitter hesabının 23 Eylül 2022 tarihli paylaşımlarından alınmıştır. [2] Kemalist reformların post-Osmanlı coğrafyadaki yankıları için bkz. N. Clayer - F. Giomi - E. Szurek (der.), Kemalizm: Osmanlı Sonrası Dünyada Ulusaşırı Siyaset (İletişim Yay.: İstanbul, 2022). [4] İ. Aytürk, “Erken Cumhuriyet’te Modernleşme, Laiklik ve Milliyetçilik: Mete Tunçay’ın Tek Parti’sinin Kırk Yıl Gecikmiş Bir Eleştirisi”, Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar (ed. İ. Aytürk ve B. Esen) içinde (İletişim Yay.: İstanbul, 2022), s. 208-9. [5] A.g.e., s. 209. [6] Örneğin bkz. Doğan Avcıoğlu’nun 1982 tarihli “Pabuççu Muştası” makalesi, https://dergipark.org.tr/tr/pub/mulkiye/issue/227/368 [7] S. Amin, Modernite, Demokrasi ve Din: Kültüralizmlerin Eleştirisi (Yordam: İstanbul, 2017), s. 60, 67-8. [8] ABD ve S. Arabistan’ın, yerli işbirlikçileriyle beraber Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de İslamcılığın yayılmasındaki rolü için bkz. B. Özkan ve T. Gürakar (der.), Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni: Ordu, Sermaye, ABD, İslamizasyon (Tekin Yay.: İstanbul, 2020). [9] Amin, s. 66 ve 95. [10] A.g.e., s. 91 ve 94.