Siyaset Bilimci Yektan Türkyılmaz tarihsel süreç içinde Türkiye’nin içine sürüklendiği otoriterleşmedeki önemli aşamaları yazdı. Türkyılmaz; “Ne ülke tarihi ne de küresel zeitgeist (zamanın ruhu) Türkiye’nin son on yıllık macerasını geçmişten bugünü anlamamıza imkân verecek yeterli denklikte örnekler sunuyor.” diyor.

Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler.

Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık hiçbir çığlık.

Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.”

Bertolt Brecht

6 Şubat 2023 depremlerinin Türkiye’nin siyasal topografisinde de benzer şiddette kırılmaya yol açacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Zira, bu tektonik hareket, gittikçe çeşitlenen ve sıklaşan krizlerle sarsılan bir politik süreçle şaşırtıcı eş uyumlulukla çakıştı; kinetik istikameti, şimdilik, çok net kestirilemez emsalsiz bir potansiyel enerji birikimi yarattı. Bu yazıda iç içe geçmiş iki temel amacım var: Birincisi, otoriterleşmenin ulaştığı seviye itibariyle seçim ve sandığın rolünü tartışmak. Bu bağlamda Türkiye’nin son on yıllık türbülanslı sergüzeştini nasıl çerçevelemek gerektiği konusunda kimi kavramsal öneriler sunmak. Bütün dikkatini 14 Mayıs 2023’te gerçekleşmesi umulan seçimlere odaklamış kamuoyu, deprem faciasının ardından, bir kez daha, yepyeni bir öngörülemezlikler matriksiyle karşı karşıya kaldı. Felaketin doğrudan ve fiziki sonuçları yanında bu belirsizliğin başat kaynağı, 5 Şubat itibariyle hâlâ salt seçim marifetiyle de koltuğunu koruyabileceğine inanan rejimin başındaki kişi kültünün artık sandıktan çıkmasının imkansızlığını kendisinin de görmesi oldu. Muhtemelen bunun en doğrudan ifadesi cumhurbaşkanının 7 Şubat tarihli on beş dakikalık video açıklamasaydı: İçeriği bir yana, koreografisi iletişim uzmanlarınca hınç, öfke ve kudret vurgularını öne çıkarmak için yapıldığı açık görsel kurgu eşliğindeki anlatı, rejimin tepesindeki kaybetme endişesinin dışa vurumu ve iktidar konumundan ne pahasına olursa vazgeçmeme ısrarının ilanı gibiydi. Erdoğan muhaliflere parmak sallarken depremzedelerden sabır ve bir yıl zaman istiyordu. Ama neden bir yıl? Zaten aylar sonra sandık kurulacak ve emin olduğu zaferiyle talebinden beş kat daha fazla süreyle sorgulanamaz ve kısıtlanamaz otoriteye sahip olacaktı. Bütün ülkenin mecburi sabrı da bu pakete zaten dahildi. Ardından, 9 Şubat’ta, son iki yıldır Reuters’e yaptığı kritik açıklamalarıyla dikkat çeken meçhul yetkili kişinin demeci medyaya düştü: ‘"Yeni bir seçim döneminden çıkmış gibiyiz. Gelişmelere bakacağız ama şu anda 14 Mayıs'ta seçim yapılması konusunda çok ciddi zorluklar var."
Ülke daha gerilere gitmeden modern tarihinde çok sayıda ardıl istibdat, baskı ve tek adam dönemleri yaşadı; ne var ki mevcut örnek vizyon, organizasyon, kadro ve ideolojik olarak bu tarihe ayrıksı kaldı, ona parantez oldu. Kısacası daha önce katedilmemiş güzergahlarda, haritalanmamış mecralarda süren bir yolculuk bu.
Tablo netleşiyordu. Sonraki günlerde Erdoğan “bir yıl sabır” talebini yineledi ve seçimin kaderine ilişkin kamuoyundaki tartışma içten içe devam etti. Önde gelen birçok siyasetçi ve yorumcu bu ihtimali (ana)yasal gerekçeler ve siyasi dengeler açısından mümkün olmadığını savlayarak göz ardı etme eğiliminde görünüyordu. 13 Şubat akşamı kızaktaki AKP kurucularından Bülent Arınç (ana)yasal düzenlemeyle seçimlerin ertelenmesini talep eden bir bildiriyi sosyal medya hesabından paylaştı. Tepkiler çığ gibi büyüdü. Hemen ardında kamuoyunun 31 Mart 2019 İBB seçimi sonrası açıklamalarıyla tanıdığı  AKP Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’dan bu ihtimali yalanlamayan "Can derdindeyiz, seçimi konuşma zamanı değil" açıklaması geldi. Bu arada başta Kılıçdaroğlu olmak üzere muhalefet liderlerinden böylesi bir girişimin “siyasi darbe” manasına geleceği ve kabul edilemez olduğu yönünde tepkiler yükseldi. Son olarak Habertürk yazarı Kübra Par’ın kulis bilgilerine dayandırdığı Erdoğan’ın seçimi ertelemek bir yana hâlâ zamanından önce, 14 Mayıs’ta yapılması görüşünde olduğunu ve Bahçeli’yle görüşmesinde de bu eğilimin öne çıktığını iddia etti. Kısacası ülke henüz daha facianın şokunu atlatamamışken iktidar çevrelerinden gelen karmaşık sinyaller siyasi görüş mesafesini neredeyse sıfıra indirdi. Peki, böyle bir hamle gerçekten şaşırtıcı veya beklenmedik mi olur? Ya da salt deprem felaketinin yarattığı acil durum, bir başka ifadeyle, yeni bir “Allah’ın lütfu” mu rejim elitini böyle bir istikamete heveslendiriyor? Cevabım net bir hayır! Ülkenin son on yıllık otoriterleşme yolculuğunu takip edersek varacağımız sonuç, geldiğimiz aşamada 6 Şubat faciasının zaten muhtemel bir kırılmanın ancak zamanlamasının öne alınmasını tetiklemiş olabileceğidir.
Ülkenin hakiki madunları olarak onlar haksızlığa, küçümsemeye ve dışlanmaya maruz bırakılmış ama artık doğrulan ve hak ettiği gibi güçlendirilmesi gereken kesimler olarak ilan edildi. Bu hâliyle millet Erdoğan’ın doğrudan veya potansiyel destekçileri manasına geliyordu
İlk başta ülkenin yakın dönem hikayesini kavramsallaştırmanın kısıtlarına, zorluklarına dair kısa bir değinmede bulunmak isterim. Ne ülke tarihi ne de küresel zeitgeist (zamanın ruhu) Türkiye’nin son on yıllık macerasını geçmişten bugünü anlamamıza imkân verecek yeterli denklikte örnekler sunuyor. Türkiye istisnası olduğunu iddia etmiyorum. Şüphesiz yaşanılan küresel otoriterlikler dalgasından ayrı düşünülemez; ancak Türkiye herhangi bir örnekten çok bu otoriterlikler pandemisinin know-how üreten başat AR-GE laboratuvarlarından. Elbette, ülke daha gerilere gitmeden modern tarihinde çok sayıda ardıl istibdat, baskı ve tek adam dönemleri yaşadı; ne var ki mevcut örnek vizyon, organizasyon, kadro ve ideolojik olarak bu tarihe ayrıksı kaldı, ona parantez oldu. Kısacası daha önce katedilmemiş güzergahlarda, haritalanmamış mecralarda süren bir yolculuk bu. Dahası, bu macera o denli yoğun ve sert türbülanslı bir rota izliyor ki, siyasi analizcilerin kendileri de sersemletici sarsıntılardan payını alıyor. Nasıl almasınlar ki? Son on yılda, Türkiye siyaseti geniş çaplı protesto ve isyan hareketlerinden darbe girişimine, seçim iptalinden kent çatışmalarına, bürokrasinin iç-savaşından başka bir devletin güçleriyle silahlı çatışmaya kadar hayal gücünü zorlayan epizotlara peş peşe sahne oldu, oluyor. Hâliyle, Türkiye siyasetiyle ilgili değerlendirmeler ülke gündemine ardı arkası gelmeksizin düşen şok dalgalarının hipnozuna maruz kalıyor: Hem her biri ayrı tsunami etkisindeki “olayın” kendi başına analitik ilgiyi vakumlayarak öncülü veya ardılı epizotlarla bağlantısının kurulmasını terörize etmesi hem de her yeni krizin baş döndürücü ölçekte konu, uzam ve hedef değiştirmesi “Türkiye’nin macerasına” kapsamlı ve spesifik bir çerçeve çizilmesini zorlaştırıyor. Akışın miyopik ve vertigo etkisinden kurtulmak için biraz geri çekilip bu kargaşalı akışa bütünlüğü içerisinde ve yukarıdan bakınca oldukça ürkütücü tutarlılıkta ve bir sonraki sahne hakkında açık emareler sunan bir seriyle karşıya kalıyoruz. Bugüne uzanan yola milat olarak rejimin oluşmasına yakın/uzak arkaplan sunan kimi gelişmeleri almak mümkün. 1980’den veya 2002’den başlayabiliriz. Kimi analistler çok ikna edici biçimde Erdoğan otoriterliğinin yapısal kökenlerini 2007 cumhurbaşkanlığı tartışmalarına götürüyor. Daha yaygın ve popüler bir eğilim ise 2010 referandumu. Ben bu yazıda “neden oldu?” sorusundan daha çok otoriterliğin radikalleşme sürecinde “neler/nasıl oldu?” üzerinde duracağım için konunun siyasi ve sosyal kökenlerinden çok kritik otoriter pratikler ve bunların rejim elitinin kendini tahayyül biçimleri ve olanaklar portföyü üzerinde etkilerini ve buna koşut karşı koymanın imkanlarının ve bedelinin değişimini ele alacağım. 2013 Haziran ayı, yani Gezi protestolarıyla başlarsam bu kritik süreçte Erdoğan durumu idari uzlaşıyla kolayca sönümlendirmek yerine darbe girişimi olarak mimledi ve güçle bastırma istikametini seçti. Mimlenen bu zıtlaştırma zemini neredeyse her zamandaş otoriterlikte rastlandığı gibi “millet”’in yeniden tanımlanmasına olanak olarak değerlendirildi. Evde zor tutulduğu iddia edilen “yüzde elli” ülkenin gerçek koruyucularıydı. Ülkenin hakiki madunları olarak onlar haksızlığa, küçümsemeye ve dışlanmaya maruz bırakılmış ama artık doğrulan ve hak ettiği gibi güçlendirilmesi gereken kesimler olarak ilan edildi. Bu hâliyle millet Erdoğan’ın doğrudan veya potansiyel destekçileri manasına geliyordu. Gezi protestolarının şiddetle bastırılması kamusal alanda gösterilerin neredeyse kategorik kriminalizyonunu da beraberinde getirdi. Gezi sonrası muhalif çevrelerin düzenlediği kitlesel protesto eylemlerinin neredeyse tamamı şiddete maruz bırakıldı. Bir sonraki çok önemli dönüm noktası ise 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonu oldu. 17/25 Aralık bugüne uzanan yolda ehemmiyeti muhtemelen en az takdir edilen epizot. Erdoğan bu zor dönemeçten derin bir faça ama küçük zayiatla çıktı. İktidarın heybesine ise iki büyük kazanç ekledi. Birincisi, anayasanın garanti altına aldığı güçler ayrımı ve hukuki işleyiş efektif olarak askıya alındı. Bu konunun siyasi özünün usule öncelik taşıdığı sebebine dayandırıldı. Mezkûr açık ihlal hem siyaseten kayda değer direnişle karşılaşmadı; hem de ardından gelen seçim zaferiyle anayasal ihlal sorun arz etmekten ıskat olmuş sayıldı.  Zaman içerisinde muhalefet de bunu sehven rejim rutini olarak kabullendi. İkinci kazanç ise rejim unsurlarının cezai dokunulmazlık elde etmesi oldu. Bu tarih sonrasında Erdoğan’ın (ve diğer rejim bileşenlerinin) korumasını haiz kişiler istisnasız ve matuf suçlamanın vahametinden bağımsız hukuki kovuşturmadan muaf tutuldular. Kısacası 17/25 Aralık skandalının karşı saldırıyla geçiştirilmesi rejimin sorumsuzluklarının iktidarına dönüşmesinde önemli bir eşik oldu. Normlaşan bu tavır rejim blokunun içerisinde çatırdamalara karşı etkili bir tutkal olmaya devam ediyor.