Türkiye’nin kimseye eyvallah etmediği ve etmeyeceği anlayışı aslında AKP’nin yirmi yıllık saltanatının ikinci yarısında benimsediği iddialı ve küçük dağları ben yarattım kibrinin bir yansıması. Ankara, Suriye’nin kuzeyinde yapılacak bir operasyon için “kimseden izin almayız” diyor ama şu ana kadar operasyon yapılamaması ve sınırda ciddi bir askeri hareketlilik görülmemesi, Türkiye’nin ABD ve Rusya’nın onayını beklediğini gösteriyor. Daha doğrusu Ankara operasyon yapabilir hatta buna gücü de yetebilir ama mesele gücü yetmesi meselesi değil, yapması durumunda ödeyeceği bedellere hazır olup olmaması ve karşı karşıya kalacağı sorunların altından kalkmanın maliyeti meselesi. Trump döneminde ABD’ye kafa tutuyor görüntüsü veren hükümetin, Biden’ın ipleri eline almasından sonra bu tutumunu nispeten terk ettiğini ve Washington’a yönelik eleştirilerini yumuşattığını, sert çıkışlardan netameli yakınmalara evrildiğini biliyoruz. Öyle görünüyor ki Türkiye’nin içinde geçmekte olduğu ekonomik kriz, AKP liderliğinin başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere öyle kolay dayılanabilecek bir konfora sahip olmadığını da gözler önüne seriyor. Batılı ülkelerin elindeki ekonomik kozlar elbette Türkiye’yi zorlar, ancak ilginç bir şekilde AKP’li troll siyasetçilerin iddia ettiğinin aksine ne ABD ne de AB bu kozları kullanmaya pek yanaşmıyor. Sadece papaz krizinde böyle bir tehditte bulunuldu ve kısa bir kapışma, ardından her şey normale döndü. Dolayısıyla ekonomik kriz, Ankara’nın önüne, kara harekâtıyla ilgili göz önüne alması gereken diğer noktaların yanında finansal darboğazı ve kaynak sıkıntısını da eklemiş görünüyor. Aynı şeyi hava operasyonu için söyleyemeyeceğiz, anlaşıldığı kadarıyla uluslararası hukukun ve “terör”ün önlenmesiyle ilgili bazı anlaşmaların sınır boyunda yapılacak hava operasyonuna izin verdiği şeklinde yorumlanmaya açık maddeleri var. Bu tür hukuki düzenlemeler, geçici bazı kara operasyonlarına da izin veriyor göründüğü kadarıyla.[1] Ancak Suriye gibi oldukça kompleks ve iç içe geçmiş denge ve çıkarların değiştirilmesi kısa vadede mümkün olmayan bir statüko yarattığı ülkede, kapsamlı bir operasyon aynı zamanda bölgesel ve küresel aktörlerin de onayını gerektiriyor. İran gibi ABD ile tamamen zıt kutuplarda yer alan bir ülke bile yeri geldiğinde benzeri durumlarda dengeleri gözetmek zorunda kalıyorsa, bu diğer bölgesel aktörler için haydi haydi geçerlidir. Dolayısıyla Dışişleri bakanı ve yetkililerin “kimseden izin almayız” yaklaşımının büyük ölçüde içeriye dönük bir halkla ilişkiler faaliyeti olma dışında pek bir gerçekliği yok. Türkiye’nin kimseye eyvallah etmediği ve etmeyeceği anlayışı aslında AKP’nin yirmi yıllık saltanatının ikinci yarısında benimsediği iddialı ve küçük dağları ben yarattım kibrinin bir yansıması. Gerçekten operasyon için kimseden izin almayacaksan o zaman neden uzun süredir kapsamlı kara harekâtı yapılamıyor? Bu tür söylemlerin en büyük zararı, en küçük bir fiyasko durumunda söz konusu ülkenin kendisinde vehmettiği gücün aslında uluslararası arenada şişirilmiş bir balon olduğu yönündeki izlenimleri güçlendirmesi. Nitekim 2010-2016 “Arap Baharı” boyunca sürekli iddialı açıklamalar pompalayan bir diplomasi aygıtının, hiçbir hedefine ulaşamadığı ve sürecin sonunda savurduğu tehditlerin içi boş olduğu açığa çıktığında Türkiye’ye ödettiği bedeller ortada. Hele 2015’te Rus uçağının düşürülmesinin meydana getirdiği krizde, tehditkâr açıklamaların yerini hızla alttan alan açıklamalara bırakması, Türkiye’nin hiç de kendisinde vehmettiği güce sahip olmadığını ortaya koydu. Buna karşın Ukrayna krizinde daha makul bir pozisyon alan, abartılı ve gereksiz açıklamalar yerine barış ve arabuluculuktan yana tavır alan bir Türkiye’nin bunun getirilerinden ne kadar yararlandığını da hep birlikte gördük. Demek ki diplomasi imkânı varken tehdit, arabuluculuk olasılığı varken güç kullanmak, ters tepebilen bir silaha dönüşebiliyormuş.
Bu tür söylemlerin en büyük zararı, en küçük bir fiyasko durumunda söz konusu ülkenin kendisinde vehmettiği gücün aslında uluslararası arenada şişirilmiş bir balon olduğu yönündeki izlenimleri güçlendirmesi.
Öte yandan kara harekâtının Ankara’nın özellikle Şam’la geliştirmek istediği ilişkiler bakımından yapmak istediğini beyan ettiği, diplomatik manevra ya da atılımlara zarar vereceği yönündeki hissiyatının da hükümeti daha mütereddit hale getirmiş olması mümkün. Ayrıca geniş çaplı bir kara operasyonuna ilişkin bu tereddüt yeni değil, “bir gece ansızın gelebiliriz” şarkısını terennüm eden üst düzey salvoların da şu ana kadar pek karşılığı olmadı. Erdoğan’ın Atina’yla ilgili de geçtiğimiz gün, iki ülke arasındaki gerilimi başka zaman olsa savaş noktasına getirebilecek, füzelerle vurabileceğini ima eden açıklamalarına bakılırsa bu tehditler, Arap ayaklanmalarından bu yana boyundan büyük laflar etmesine alışkın olduğumuz, artık sıradanlaşan, birçok nedenden dolayı strateji haline getirdiği ve büyük ölçüde tehdit olarak kalmaya mahkûm açıklamalardan başka bir şey değil. Elbette seçimlerin yaklaştığı, anketlerin Erdoğan’ın oldukça zorlandığını gösterdiği bir süreçte kamuoyunun patriotist ve hatta şovenist duygularını okşamak da bu stratejiye dâhil. Gerçi AKP liderliği, bu tehditleri psikolojik bir unsura dönüştürerek bunu bir baskı aracı hâline getirmeyi de hedefliyor ama ne kadar işe yaradığı oldukça tartışılır. Ancak meselenin seçimler ve milliyetçi hisler gibi ülke içine hitap etme boyutuna geldiğinde iş değişiyor, bu üstenci söylemin işe yaradığına dair birçok bulgu var. 2015 seçimlerinde de tecrübe edildiği gibi bu söylemin işe yaradığı defalarca test edildi, görüldü. Bu aslında tek başına Türkiye’deki seçmenin sağcı ve milliyetçiliğiyle açıklanabilecek bir durum değil. Elbette ülkenin içinde bulunduğu durum, bölgesel konjonktür, komşularla yaşanan sürtüşmeler milliyetçi hislerin kabarması ya da sönümlenmesini etkileyebilir ancak burada daha başka ve daha hayati bir unsurun, yani güvenliğin öneminin göz önünde bulundurulması gerekiyor. Örneğin “90’lı yıllarda işe yaramayan güvenlikçi ve milliyetçi söylem, bugün neden işe yarıyor?” bu sorgulanmalı. Örneğin Tansu Çiller’in DYP’si ve hatta diğer sağ partiler, o dönemde şovenist söylemlerine rağmen büyük fiyaskolar yaşarken bugün neden tam tersi bir etki yapıyor? Zira mesele, vatandaşın kendisini güvenli hissetmesiyle yakından alakalı. 90’lı yıllarda tek başına milliyetçi söylem bir işe yaramıyordu, zira Kürt illerindeki kaos, işlerin zapturapt altına alınamaması, şovenist söylemlerin vatandaşın üzerinde etkili olmasını önlüyordu. İnsanlar söyleme değil sonuca bakıyordu. Bugün, hükümetin ve özellikle de Soylu’nun PKK’yi bitirdik, örgüt üyelerinin sayısını iki haneli sayılara düşürdük türünden abartılı birçok açıklamalarına rağmen örgütü en azından ülke içerisinde gerilettiği gerçek. Buna karşı Suriye’de ve Irak’taki etkinliği üzerinde varoluşsal bir hasar yaratabilmiş değil. Öyleyse milliyetçilik ya da şovenizm değil belki ama insanların güvenlik kaygılarının, çatışma bölgelerinden gelen şehit sayısının azalmasının en temel kaygısı olduğunu, evladını ve yakınlarını yitirmeme, daha istikrarlı ve güvenli bir ülkede yaşayabilme kaygısının milliyetçilik de dâhil bütün ideolojik kaygıları bastırdığını söylemek zorundayız. [1] Meşru müdafaa hakkı şeklinde kavramsallaştırılan bu hukuki düzenlemeye göre terör örgütlerine karşı düzenlendiği öne sürülen bir askeri operasyon gereklilik, orantılılık ve aciliyet şartlarını yerine getirdiğinde uluslararası hukuka göre meşru olmuş olur. Bir de operasyonun BM Güvenlik Konseyi’ne bildirilmesi meselesi var ki bunun öze ilişkin olmadığı ve meşruiyete gölge düşürmediği belirtiliyor.