Bugün muhalefet, çok önemli bir sağ-sol, laik-dindar işbirliği olan Millet İttifakı ve HDP dâhil diğer muhalefet partileri arasında, farklı çemberlerden oluşan ve farklı düzeylerde bir demokrasi diyaloğu kurmuş durumda.
Eğer sürdürülür ve başarılı olursa -ki bu tamamen Türkiye toplumunun ve siyasetinin yapacağı tercihlere bağlı- beş yıl sonra Türkiye’den çıkmış yeni bir demokratikleşme modelini konuşuyor olabiliriz.
Başarılı olmaktan kastım şu:
- Muhalefet partilerinin üzerinde anlaştıkları bir demokratikleşme programı, yol haritası ve seçimlere yönelik esnek koordinasyonla (ittifaklar ve ittifaklar dışında ortak hedefler için beraber çalışma) büyük çoğunluğu temsil eden bir siyasal güç koalisyonu/bloğu hâline gelmesi,
- Seçim öncesi ve sonrasında oyları korumayı başararak seçimleri büyük bir farkla kazanması,
- İktidarı devralması,
- Sonrasında birkaç senede kapsayıcı bir demokratik sistemi ve bağımsız ve tarafsız yargıyı inşa etmesi; ekonomiyi, devlet işleyişini ve dış ilişkileri düze çıkarması ve sonra yeniden seçimlere giderek “normal siyasete” dönmesi.
Bu hiç de kolay bir süreç değil ve olmayacak. Ama dünyadaki örneklere göre Türkiye’de şu ana kadar azımsanmayacak bir gelişme sağlandığını vurgulamakta fayda var.
Bu modelin şu ana kadar şekillenen özellikleri şunlar.
TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR MODEL
Muhalefet şu ana kadar bu yönde, Türkiye’nin ana toplumsal arterlerini temsil eden partilerin: sivil, yatay ve seçmenlerin oy tercihleriyle şekillenen bir örgütlenmesiyle ilerledi. Bu Türkiye’de bir ilk.
Formel ve modern anlamda ilk demokrasi deneyimlerimiz on dokuzuncu yüzyıldaki anayasalcılık, meşrutiyet ve Osmanlı Meclisi Mebusan’larıyla oldu. Ama bunlar demokratikleşme kadar, belki daha çok, Osmanlı elitlerinin devri dolmakta olan çok halklı ve çok ayânlı imparatorluğu bir arada tutma denemeleriydi. 1950’de çok partili hayata geçişimiz, sivil yoldan ama yukarıdan aşağıya ve sınırlı sayıda aktörle oldu: Cumhuriyet devrimlerini gerçekleştiren siyasal elitin (CHP), kendi içindeki anlaşmazlıkları, iki partiye bölünerek (CHP ve DP) ve “halkın hakemliğine giderek” çözmekte uzlaşmasıyla gerçekleşti. Ancak bu uzlaşma başka birçok ülkede de olduğu gibi kısa sürdü. DP yönetiminde kutuplaşan ve otoriterleşen demokrasi, halkın tercihleriyle ayağa kalkabilecekken ordunun darbesiyle akamete uğradı.
Bundan sonraki dönemde ordunun tepeden ve dikey “iradesi” halkın ve sivil siyasetin iradesinin üstünde bir Damokles’in kılıcı olarak sallandı. 1961, 1971, 1983 ve 1997’deki “demokrasiye” dönüşlerimiz, hep ordunun izni ve gözetiminde gerçekleşti. Ancak tabanda da önemli hareketlenmeler oldu. Toplumun siyasal bilinci, sosyoekonomik düzeyi ve örgütlenmesi gelişti. Patronlar, işçiler, vasıfsız ve eğitimsizler, eğitimliler, “taşra”, Kürtler, öğrenciler, kadınlar, Aleviler, köylüler, LGBT, dindarlar, muhafazakârlar, İslamcılar, sosyalistler vd. farklı dönemlerde dernekler, sosyal hareketler, partiler örgütleyerek hak ve çıkarlarını savunmaya çalıştı. Ama bu hareketlenme bir türlü ideolojik parçalanmışlığını aşamadı ve parlamento siyasetiyle yeterli bir sinerji yaratamadı. Yani tabandan yukarı bir demokratikleşme yaratamadı.
1999-2002 arasındaki sağ-sol koalisyonlarının başardığı demokratikleşme hamlesi çok önemli bir yatay ve çok aktörlü denemeydi. Ama yolsuzlukları aşamadı, sosyal adalet vizyonu yoktu ve ekonomiyi yönetemedi.
2002’de AKP’yi iktidara getiren ve yakın zamana kadar destekleyen de önemli ve tabandan gelen bir koalisyon oldu. Dindarlar, liberallerin bir bölümü, yeni kentli sınıflar ve AKP öncesi siyasal rejimin performansından yılanlar AKP arkasında birleşerek önemli bir siyasal güç oldu. Bu sayede yoksulluk, yasaklar ve yolsuzluklardan kurtulmayı umdu. AKP iktidarlarını – başka faktörler yanında – öncelikle bu tabanın taleplerini “Anadolu ve Istanbul” sermayesinin yani patronların örgütlü tercihlerine eklemleyerek gerçekleştirdi.
Ama tabandaki bu koalisyon, AKP’yi denetleyemedi. Gücü verdiği iktidarı, demokrasi kulvarında tutmak sorumluğunu yerine getirmedi veya getiremedi.
AKP, dayandığı toplumsal hareketlenmeyi demokrasiyle taçlandıracak irade, ideoloji ve kadrolardan yoksundu. Ama otoriter ve keyfi yönetimin gelişmesine, muhalefetin haklı itirazlarını uzun süre alternatif bir siyasal gündem, program ve koalisyonla ifade edememesi de büyük katkı yaptı.
Eğer Türkiye’de muhalefet 2019 yerel seçimlerindeki özgün deneyimini, merkezi hükümette siyasal değişim ve demokrasiye geçişe yönelik geliştirebilir ve hayata geçirebilirse dünyada da özgün ve öncü bir örnek olacak.
Bugün ise muhalefet, çok önemli bir sağ-sol, laik-dindar işbirliği olan Millet İttifakı ve HDP dâhil diğer muhalefet partileri arasında, farklı çemberlerden oluşan ve farklı düzeylerde bir demokrasi diyaloğu kurmuş durumda. Çok aktörlü, yatay, sivil ve kapsayıcı bir oluşum bu. Bu sayede ve Cumhur İttifakı’nın kötü yönetimi sayesinde gündemi belirleyebiliyor ve zemin kazanıyor.
LAFTA DEĞİL GERÇEKTEN YERLİ VE MİLLİ
AKP dönemindeki otoriterleşme tarzı dünya için de oldukça yeni. Eğer Türkiye’de muhalefet 2019 yerel seçimlerindeki özgün deneyimini, merkezi hükümette siyasal değişim ve demokrasiye geçişe yönelik geliştirebilir ve hayata geçirebilirse dünyada da özgün ve öncü bir örnek olacak. 2019 yerel seçim başarıları Macaristan, Çekya, Polonya gibi ülkelerde benzer otoriterleşmeleri aşmaya çalışan muhalefetlere örnek oldu. Türkiye’deki muhalefet de bu gibi ülkelerdeki uygulamaları takip ediyor.
TEORİDEN DEĞİL PRATİKTEN ÇIKIYOR
Bu açıdan da Türkiye’de bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. Daha önceki tüm demokrasi ve kalkınma hamlelerimiz – otoriter yoldan ulus devlet ve cumhuriyet inşasından modernleşmeci kültürel devrimlere, ithal ikameci sanayileşmeden neoliberalizme – hep dünyada mevcut bazı siyasal veya ekonomik ideolojilerden ve modellerden ilham almıştı.
1999-2004 arasındaki çok önemli demokratikleşme hamlesinin de AB sayesinde olmasa da AB’ne uyum modelini takip ettiğini söyleyebiliriz.
2019 yerel seçim başarıları Macaristan, Çekya, Polonya gibi ülkelerde benzer otoriterleşmeleri aşmaya çalışan muhalefetlere örnek oldu. Türkiye’deki muhalefet de bu gibi ülkelerdeki uygulamaları takip ediyor.
Bugünkü muhalefet stratejileri, 2014’te yaşanan Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosundan tekrarlanan 2015 seçimlerine, 2017 mühürsüz pusula darbesinden 2018 Muharrem İnce tercihine ve yasama seçimlerindeki yetersiz işbirliğine ve 2019 yerel seçim başarılarına uzanan kademeli bir öğrenme süreci sonucunda evrildi.
Bu sürece sivil toplum da fikir ve pratikleriyle aktif katkı yaptı. Kadın hareketinden, çevre ve işçi hareketlerine, toplumsal hareketler demokrasi direncini canlı tuttu.
İDEOLOJİLER-ÜSTÜ BİR SÜREÇ
Bu açıdan da Türkiye için çok yeni.
Lokomotifi Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP gözükmekle beraber, çok bileşenli ve tek başına hiçbir partiye veya ideolojiye ait olmayan bir süreç söz konusu.
Eğer İYİ Parti kurulmasa, Meral Akşener liderliğinde kurumsallaşmasa ve Millet İttifakı’nı seçmese.. HDP, HDP seçmenleri – ve beş yıldır tutuklu olarak tutulduğu cezaevinden Selahattin Demirtaş ilkesel bir strateji belirleyip ısrarla “otoriter rejime Hayır demokrasiye Evet” demeseydi… Deva ve Gelecek AKP’den ayrılmasaydı… Temel Karamollaoğlu demokrasiyi öncelemeseydi…
Muhalefet partileri içeriği git gide genişlemesi gereken “güçlendirilmiş parlamenter sistem” asgari müştereğinde birleşmese ve düzenli istişare mekanizmaları kurmasa… Millet İttifakı etrafında ve “eşitlerin birliği” ve “birleştiğimiz konularda beraber ayrıldığımız konularda ayrı parti” ilkeleri temelinde esnek bir ortaklık modeli oluşturmasa…
Türkiye’de ise gerek muhalefet partileri gerekse seçmenler havlu atmadı ve sandıktan umudunu kesmedi; otoriterlik arttıkça inadına seçimlere katılım da arttı.
Ve her şeyden önce seçmenler… Tüm başa baş ve şaibeli yenilgilere rağmen sandığa gitmeye devam etmese… Seçimlerde ve kamuoyu yoklamalarında değişim ve demokrasi yönünden tercihlerde bulunmasaydı… Bugün çok farklı bir yerde olurduk.
Yani şu ana kadarki süreç tüm bu aktörlere ait.
BOYKOTÇU DEĞİL SANDIĞA ASILAN BİR MODEL
Yirmi yıldır Venezuela ve 2010’larda Sırbistan gibi ülkelerde muhalefetin en büyük hatalarından biri, otoriter yönetimleri protesto saikiyle seçimleri boykot etme yoluna gitmesi oldu. Demokratik zihniyette yönetimlere geri adım attırabilecek olan bu yöntem, otoriter iktidarlara ise muhalefeti iyice itibarsızlaştırmak ve tüm ipleri eline almak fırsatını veriyor.
Türkiye’de ise gerek muhalefet partileri gerekse seçmenler havlu atmadı ve sandıktan umudunu kesmedi; otoriterlik arttıkça inadına seçimlere katılım da arttı.
TOPLUMSAL UZLAŞMA ÇAĞRISI İÇERİYOR
Bu da şu ana kadarki demokratikleşme denemelerimizden farklı bir özellik. Alevi-Sünni, laik-dindar, Türk-Kürt ve diğer kırılma hatlarında hak, hukuk ve adalet köprüleri kurulamazsa demokratikleşme sürdürülemez. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme çağrısı bu yüzden çok önemli.
Alevi-Sünni, laik-dindar, Türk-Kürt ve diğer kırılma hatlarında hak, hukuk ve adalet köprüleri kurulamazsa demokratikleşme sürdürülemez. Kemal Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme çağrısı bu yüzden çok önemli.
En olumlu yanıysa Kılıçdaroğlu’nun eleştiriyi kendi partisinden ve ideolojisinden başlatması. Kendi hatalarımız için helâllik istiyoruz demesi. Oysa demokratik siyasal kültürümüzün şu ana kadarki en büyük zaafı, demokrasiyi kendimiz için istemek ve başkalarını nasıl etkilediğimizi göz ardı etmek oldu.
DÜNYA GÜNDEMİYLE UYUMLU VE GERÇEKÇİ POLİTİKALAR
Demokratik güçler, ABD’den Polonya, Gürcistan, Brezilya, Şili ve Güney Kore’ye kadar tüm dünyada, sıklıkla popülist-otoriter olarak tanımlanan, demokratik süreçleri demokrasinin altını oymak için kullanan seçilmiş iktidarlara karşı etkili olabilecek politikaları arıyor. Türkiye’de muhalefetin arayışları bu gündemle tamamen uyumlu. Eğer başarılı olursa, Türkiye’ye dünyada yeniden itibar kazandıracak bir model olabilir.
Tüm bunlardan muhalefetin ve demokrasinin önündeki engelleri hafifsediğim anlaşılmasın.
Muhalefet bu pratiği anlamlandıracak yeni hikâyeler üretmek ve farklı kesimlerin birbirine zıt hikâyelerini uzlaştırmak zorunda…
Tam tersine: Bugün Sayın Tarık Çelenk’le Medyascope’ta yayınlanacak bir sohbetimizde tartıştığım gibi, muhalefet bu pratiği anlamlandıracak yeni hikâyeler üretmek ve farklı kesimlerin birbirine zıt hikâyelerini uzlaştırmak zorunda… Aksi takdirde demokrasiye geçiş de zorlanacaktır. Bu engellere ve diğerlerine gelecek yazımda değineceğim.
Sadece bu modelin gelişmesine katkı sağlamanın, bağımsız ve herkes için kalkınan, herkes için huzurlu bir ülkede eşit ve özgür yaşamak isteyen herkesin görevi ve sorumluluğu olduğunu söylemeye çalışıyorum.