Yoksulların rekabetinden de nefretten, şeytanlaştırmadan, insanı insan yapan değerlerin bozulmasından başka bir şey çıkmayacağını hem günümüz hem de tarih bize çok iyi gösteriyor. Uzun uzadıya yazmak yerine bugün sığınmacı krizinde geldiğimiz noktayı Pir Sultan Abdal’ın sözleriyle de özetleyebiliriz: “Demiri demirle dövdüler, Biri sıcak biri soğuktu. İnsanı insanla kırdılar, Biri aç biri toktu.” Siyasete girip Ankara’ya taşınmadan önceki dört yılım Esenyurt’ta geçti. Nam-ı diğer Esencılıs! Miss Uganda yarışmasının yapıldığı yere yürüme mesafesinde oturuyordum. Çöpten babasının topladığı yemekleri bekleyen çocukları da gördüm, gece daha pahalı şampanya patlatmak için gündüz çatışan Suriyeli çeteleri de… Ne tesadüftür ki aynı zamanda uluslararası bir organizasyon için Suriyelilerin Türkiye’deki işgücü piyasasına etkilerini araştıran bir rapor hazırlıyorduk. Yani anlayacağınız işin hem pratik hem de akademik tarafında dopdolu geçen bir dört yılım ve bu süre içinde binlerce akranı gibi maalesef Suriyelilerden nefret eden bir oğlum oldu. Ben de izlediği berbat ve art niyetli politikalar sonucunda koca bir ülkeyi denetimsiz bir mülteci kampına çevirenlerden ve bu insanları birer “nefret objesi” haline getirenlerden nefret ettim. Yazılacak çok şey var ama ben işe daha iyi bildiğimi düşündüğüm ekonomi çerçevesinden yaklaşayım. Bugün yaşadıklarımız ve ortaya çıkan gerginlik ve dram yoksulun yoksula kırdırılmasından başka bir şey değil. Birkaç örnekle açıklamaya çalışayım… Trakya’da çiftçilik yapan bir dostumdan daha yeni dinledim. Jandarma köylerindeki Afganları almak için geldiğinde çiftçilerle beraber köy muhtarının bir olup jandarmaya “Afganlara dokunma” diyerek karşı çıktığını anlattı. Bu olayı göç çalışan bir akademisyen dostumla paylaştığımda bana Afganların piyasada çok sevildiğini, hayvancılık, tarım, inşaat gibi en ağır işleri gıkları çıkmadan yaptıklarını söyledi. Kırsaldaki saha çalışmaları da bunu gösteriyor: Türkiye’de içi vatan sevgisiyle dolu küçük çiftçimiz de sığınmacı çalıştırmaya bayılıyor. Yani bir yandan bu insanları toplumsal hayatta görmek istemiyor, diğer yandan da emeğini tepe tepe kullanıyor. Bu ülkede yoksul bile yeri geldiğinde sığınmacı emeğini sömürmekten geri durmuyor. Bu durumu en iyi özetleyen bir sohbeti Erzurumlu bir iş insanıyla yapmıştım. Aynen söyle demişti: “Eskiden çobanlık, ırgatlık yapmak için Kürtleri çalıştırırdık. Ama memnun olmadığımız zaman rahatça kovamazdık çünkü adam T.C. vatandaşı! Afganlar öyle değil, sevmedin mi çağırıyorsun jandarmayı sınır dışı ettiriyorsun…” Bu durumu en iyi anlatan anekdotlardan birini mobilya sanayisiyle ünlü bir ilçemizde dinledim. Oradaki büyük bir üretici “Ben Suriyeli çalıştırıyorum çünkü ne dersem yapıyorlar. Hem verimliliğimiz arttı hem de maliyetlerimiz hamdolsun düştü. Ama onları şehir merkezinde, eşimin kızımın geçtiği yerlerde de görmek istemiyorum. İstiyorum ki bu insanlar kendi mahallelerinde bize karışmadan yaşasınlar. Evden işe, işten eve gitsinler”. Bu sanayicimizin dediklerini yaptığımız akademik çalışmalar da doğruluyor. Suriyelilerin yoğun yaşadıkları yerde küçük ve orta ölçekli işletmelerin verimliliği artarken ücretler de düşüyor. Kayıt dışı istihdam azalıyor çünkü eskiden kötü koşullarda güvencesiz çalışan Türk işçiler işgücünden çıkarken yerini daha kötü koşullarda yaşamayı ve çalışmayı kabul eden Suriyeliler alıyor. Yani yoksul daha yoksulla ikame ediliyor.
AKP hükümeti kayıt dışı çalışmayı görmezden gelmesi, mevcut durumda zaten kırılgan olan mültecilerin toplumdaki kabulünü azaltıyor, sosyal çatışma ihtimalini ise artırıyor.
Suriyelilerin çoğunlukla düşük vasıflı işlerde güvencesiz çalıştığını veriler de destekler nitelikte. ILO raporlarına göre çalışan Suriyelilerin %50’si imalatta, %13’ü inşaat sektöründe ve %8’i de tarım sektöründe çalışıyor. İmalat sektörünün altında yer alan tekstil, giyim, deri ve ayakkabı sektörü ise neredeyse her üç Suriyeliden birini istihdam ediyor. Elbette bu sektörlerin geleneksel olarak kayıt dışı istihdamın en yoğun olduğu sektörler olduğuna değinmek şart. Araştırmalar da Suriyelilerin bu sektörlere girmesiyle kayıt dışında yaşanan artışı kanıtlıyor. Bu sektörlerde Suriyeliler öncesi kayıt dışı %30,4 oranındayken, mülteci akını sonrasında bu oran %38,5’e çıkıyor, inşaat sektöründe ise bu oranlar sırasıyla %35,3 ve %38,4. Suriyelilerin belirli sektörlerde, kayıt dışı olarak yoğunlaşması bize bazı sektörlerin ucuz iş gücü olan mülteci emeğini nasıl sömürdüğünü gösteriyor. Mültecilerin düşük vasıflı işlerde çalışmasının bir sebebi mültecilerin de düşük vasfa sahip olması. Çalışan mültecilerin eğitim düzeyine baktığımızda %30’unun eğitim almamış, %20’sinin ilkokul düzeyinde, %15’inin ortaokul düzeyinde eğitim aldığını, yalnızca %10’unun yükseköğrenim diplomasına sahip olduğunu görüyoruz. Hani hep diyoruz ya “vasıflı olanları kalsın” diye, aslında vasıflı olan mültecileri de doğru yerde kullanamıyoruz. Araştırmalara göre yükseköğrenim diplomasına sahip olan mültecilerin %30,6’sını mavi yaka işlerde istihdam ediyoruz. Bu oran Türk vatandaşlarının neredeyse üç katı. Benzer şekilde yükseköğrenim diplomasına sahip Türk vatandaşlarının %53’ü profesyonel işlerde çalışırken, mültecilerin yalnızca %28’i profesyonel işlerde çalışabiliyor. Yani öyle Suriyeliler geldiği için nitelikli eleman açığını gideren ve üretim yapısını iyileştiren firma sayısı yok denecek kadar az. Ancak bu süreçten en çok zarar gören kadın emeği. Pandemiden önce tarımda çalışan kadın işgücü kaybının yılda 400 bin civarında olması bunun en iyi örneklerinden. Üstelik sadece tarımda çalışan kadın işini kaybetmiyor. Yine yaptığımız çalışmalar imalat sanayinde kalifiye olmayan kadın işgücünün en olumsuz etkilenen çalışan grubu olduğunu söylüyor. Nitelikli kadın çalışanlar da büyük ihtimalle yaşadıkları bölgenin artık güvenli olmamasından dolayı başka bir bölgede iş aramaya başlıyorlar. Bütün bunları anlattığınızda işverenden hep aynı bahaneyi duyuyorsunuz: “Biz de Türk işçi çalıştırmak istiyoruz ama verdiğimiz ücretleri beğenmiyorlar”. Yani iş yoksulun daha yoksula kırdırılmasına, çalışanlara daha kötüsünün bile mümkün olduğunu gösterip onları sindirmeye dönüşüyor. Daha sonra da hem devleti yönetenler hem de yoksulun emeğini sömürenler arkasına yaslanıp olan biteni seyrediyorlar. Devam edelim. Kahramanmaraş’taki çok başarılı bir tekstilci Suriyelilerin gelmesiyle sanayi sitelerinde çalışan Türklerin işini kaybettiğini, kendilerinin de bu işini kaybeden Türklerden nitelikli olanlarını uygun koşullarda istihdam ettiğini söyledi. Bundan yıllar önce Kahramanmaraş’ın hemen yanı başında Hatay’da bir sanayici de Suriyeli çalıştırmaya bayıldığını söyleyip onlara nasıl davranırsa davransın Suriyelileri ölümden kurtardığımız için bize müteşekkir olmaları gerektiğini anlatmıştı. NASIL BU NOKTAYA GELDİK? Bu noktaya gelmemizin en büyük sebeplerinden biri AKP hükümetinin “yanlış politikaları doğruymuş gibi uygulama” çabası. AKP hükümetinin doğru politikalar izlememesi, kayıt dışı çalışmayı görmezden gelmesi, mevcut durumda zaten kırılgan olan mültecilerin toplumdaki kabulünü azaltıyor, sosyal çatışma ihtimalini ise artırıyor. Özellikle Suriye’de iç savaşın yoğunlaştığı 2013 yılı ve sonrasında Türkiye’deki Suriyelilerin durumuna ilişkin izlenen “politikasızlık politikası” AKP tarafından halen daha kasıtlı olarak muğlak, belirsiz ve öngörülemez olarak kurgulanıyor ve uygulanıyor. Mültecileri ve mülteci krizini bir insanlık krizinden ziyade, uluslararası politikada bir koz olarak görme anlayışı da bugün yaşadığımız sorunların büyük kısmını açıklıyor. Özellikle Avrupa Birliği’nin mülteciler konusundaki yumuşak karnını bir avantaj olarak görüp, ülke içinde giderek otoriter hale gelme şansı yakalayan bir AKP var karşımızda. Bir zamanlar bizzat hükümetin üye olmaya söz verdiği, bugün ise sürekli “açarım sınır kapılarını” diyerek tehdit edilen AB ile geldiğimiz nokta Mısır, Fas, Tunus gibi AB’nin güney komşusu olan, 3+3 milyar Euro karşılığında mülteci deposu olmayı kabul etmiş, her uluslararası krizde yapayalnız bırakılan bir Yeni Türkiye. BÜTÜN BUNLAR NASIL DÜZELİR? Ekonomi politikası açısından işe nasıl başlanması gerektiği belli: Devlet kayıt dışını görmezden gelip hem iş verenleri hem de mültecileri buna teşvik etmeyecek, tersine denetim ve yaptırım gücü ile kayıt dışı ve yasa dışı faaliyetlerle mücadele ederek özel sektöre, kayıtlı ve güvenceli istihdam dışında bir yol olmadığını anlatacak. Bugün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre çalışma izni verilen yalnızca 63 bin Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşı var. Yani bizzat AKP bürokratlarının “giderlerse ekonomi çöker” dediği çalışan Suriyelilerin sayısı devlete göre yalnızca 63 bin; yani bizim sanayimizi, ekonomimizi 63 bin kişinin yokluğu ne hikmetse bitiriveriyor. Bu sayılara inanmak elbette mümkün değil. Zaten ILO raporlarına göre Türkiye’de yaklaşık 940 bin Suriyeli çalışıyor. 940 bin çalışanın ise yalnızca 63 bin tanesi kayıtlı; bu Suriyelilerin %95’inin kayıt dışı olarak çalıştığını gösteriyor. Görünen o ki bizim sanayimizin çökmesinin sebebi, “para beğenmeyen vatandaşlar” değil de “çalıştıracak köle bulamayacağız” korkusu.
Devlet kayıt dışını görmezden gelip hem iş verenleri hem de mültecileri buna teşvik etmeyecek. İşte tam da bu noktada İYİ Parti olarak sunduğumuz Artagan Projesi daha da anlam kazanıyor. Artagan’ın özünde götüren kayıt dışı ekonomi ile mücadele var.
  İşte tam da bu noktada İYİ Parti olarak sunduğumuz Artagan Projesi daha da anlam kazanıyor. Artagan’ın özünde Türkiye ekonomisinin yüzde otuzunu oluşturan ve Türkiye’yi geriye götüren kayıt dışı ekonomi ile mücadele var. Bunu da yeni dönemin sunduğu teknolojik yenilikleri kullanarak başarmayı hedefliyor. Hiçbir gelişmiş ve kalkınmış ekonomide bu kadar yüksek bir kayıt dışı ve yasa dışı faaliyet göremezsiniz. Biz büyük bir hevesle projemizi anlatırken iş dünyasının azımsanmayacak bir kısmı bu projeye kayıt dışı ekonominin Türkiye’nin bir gerçeği dolduğunu (bizde değiştirilmesini istemediğimiz şeylere gerçek deyip işin içinden çıkma adeti vardır!) ve tampon vazifesi gördüğünü söyleyerek mesafeli duruyor. Aslında birçoğunun karşı çıktığı, devletin denetim gücünün kayıt dışı yollardan elde edilen iktisadi çıkarları yok edecek olması ve ekonomide hesap verilebilirliğin, şeffaflığın sağlanması. Yani Adorno’yu anarak iş dünyamızda da aynı AKP’de olduğu gibi “yanlış bir hayatı doğru yaşama” isteği var desek hata yapmış olmayız. Mülteci politikaları açısından bakıldığında da basit ancak uygulayacak iradenin eksik olduğu çözümler mevcut. Uluslararası alanda mülteci krizinin çözümü için kabul gören üç temel çözüm söz konusu; üçüncü ülkeye yerleştirme, yerel entegrasyon ve gönüllü geri dönüş politikaları. Ancak bu üç politika da AKP hükümeti yüzünden işleyemez halde. Üçüncü ülkeye yerleştirme yani “resettlement” politikası kısaca, mültecilerin ilk sığındıkları ülkeden, bir başka ülkeye yerleştirilmesi demek. Yani diğer ülkelerin, sığınmacıların yoğun olduğu ülkenin yükünü paylaşmasıdır. Halbuki Türkiye’den üçüncü ülkeye yerleştirilen mülteci sayısı 2014 yılından beri yalnızca ve yalnızca 48 bin. 2021 yılında UNHCR verilerine göre yalnızca 5 bin mülteci, Türkiye’den başka ülkelere gönderilmiş. Buradaki en büyük sorumlu elbette mültecileri elinde tutarak, “kozunu” kaybetmek istemeyen hükümetten başkası değil.
Suriye’nin kuzeyindeki askeri varlığı bir beka problemi haline getiren, Suriye yönetimi ile kişisel hırslardan dolayı görüşmeyen AKP hükümeti burada yine baş sorumlu. Halbuki barış ve güven ortamı tesis edilse...
Mülteci krizinde en çok yer tutması gereken çözüm olan “gönüllü geri dönüş” politikaları için de benzer bir durum söz konusu. Büyük ihtimalle kasıtlı olarak bu alanda yapılmış herhangi bir çalışma, araştırma, eylem planı görmek mümkün değil. Halbuki elimizdeki en güncel verilere göre Suriyelilerin büyük çoğunluğu ülkelerine dönmek istiyor; %31’i savaş biterse, %21’i güvenli ülke olursa, %10’u güvenli bölge olursa, %8’i ise iş bulursa Suriye’ye geri dönmek istediğini belirtmiş. Hiçbir şekilde Suriye’ye geri dönmek istemeyenlerin oranı ise %27. Görüldüğü gibi Suriyelilerin geri dönmek istememesinin en büyük sebebi çok net bir şekilde güvenlik probleminin halen daha ortadan kalkmaması. Suriye’nin kuzeyindeki askeri varlığı bir beka problemi haline getiren, Suriye yönetimi ile kişisel hırslardan dolayı görüşmeyen AKP hükümeti burada yine baş sorumlu. Halbuki görüldüğü gibi, Suriye’de barış ve güven ortamı tesis edilse, uluslararası kurumların da desteği ile dönecek Suriye vatandaşlarının herhangi bir “rövanşist” tutumla karşılaşmayacağı garanti edilse, ülkemizdeki mülteci sayısını 2013 seviyesi olan bir milyon civarına düşürmek mümkün; üstelik herhangi ek bir teşvik politikası bile izlemeye gerek kalmadan. Yerel entegrasyon veya sosyal uyum ise bir başka ülkeye sığınmak durumunda kalan, geri dönemeyen veya dönmek istemeyen, üçüncü ülkeye yerleştirilmemiş mülteciler için uygulanması gereken politikaların tamamını kapsıyor ve ortak değer yaratılmasına olanak sağlayan bir çözüm aracı. Yerel entegrasyonun en büyük önemi sığınmacı topluluklar arasında bir kayıp nesil oluşumunun önüne geçmesi. Araştırmalara göre ilk iki yıl, bir başka ülkeye sığınmak durumunda kalan başta çocuklar olmak üzere, tüm mülteciler için entegrasyonun sağlanması açısından oldukça kritik. Eğer yeterli imkanlar sunulmazsa örneğin gelen sığınmacılara bulundukları ülkenin dili öğretilmezse, kültürü tanıtılmazsa, sosyal uyum hiç oluşamıyor veya bugün Türkiye’de olduğu gibi oldukça kırılgan halde kalıyor. Yeteri kadar eğitim alamadığı için vasıfsız olmak zorunda kalan yığınlar da cabası. Türkiye -uluslararası kurumların da teşvikiyle, belki de en çok bu alanda çalışmalar yapıyor. Ancak düzenlenen bir iki konser ve muhtarlar çalıştayında “mülteci nedir” eğitimi verilmesi gibi elle tutulur, uzun dönemli herhangi bir politikadan bahsetmek mümkün değil. Özetlemek gerekirse, AKP döneminde bütün şiddetiyle uygulanan çatışmacı dış politika, neoliberal ekonomi politikaları, ve her türlü kazancın adeta kutsanması bozulan bir toplum yapısını ve ikiyüzlülüğü beraberinde getiriyor. Toplum olarak müteşebbis yanımız en yoksulundan en zenginine kadar sığınmacı emeğini kullanmakta bir beis görmezken diğer yanımız bu insanları kolayca bir nefret objesi olarak görebiliyor. Bu çelişkili kafa yapısını değiştirmeden ve başıbozukluğu Türkiye’nin bir gerçeği olmaktan çıkarmadan sığınmacı meselesi başta olmak üzere birçok yapısal soruna sağlıklı yaklaşamayacağımızı düşünüyorum. Sahi biz toplumun bütün kesimleri olarak yapısal sorunlarımızı çözmek istiyor muyuz? Saha tecrübelerime dayanarak bu yapısal sorunlara kalıcı çözümler getirmenin birçoğumuzun işine gelmediği için ertelendiğini ve her seferinde de hedefin saptırıldığını görüyorum. Ortaya da çıka çıka “çok seviyorsan evinde sığınmacı besle” gibi bir insanı bakıma muhtaç bir hayvana indirgeyen sığ fikirler çıkıyor. Yani anlayacağımız, bu kriz emeğinin daha ucuza kullanılacağı yeni yoksullar üretiyor ve iş bir süre sonra yoksulların rekabet ettiği, devleti yönetenlerin salak saçma laflarla bu durumdan hayaller devşirdiği, bu kaostan çıkar sağlayanların da işine geldiği için sustuğu bir drama dönüyor. Yoksulların rekabetinden de nefretten, şeytanlaştırmadan, insanı insan yapan değerlerin bozulmasından başka bir şey çıkmayacağını hem günümüz hem de tarih bize çok iyi gösteriyor.