Evet, Türkiye’de siyasi partiler var, seçimler yapılıyor ve iktidarlar değişiyor. Ama bunlar tek başına “siyaset”in varlığına işaret etmez. Çünkü siyaset, birbirine benzeyenlerin birbiriyle konuşması değil, farklı olanların demokrasi, özgürlük, adalet ekseninde bir araya gelebilmesidir. Murat Somer’in önceki gün “Sessiz atın çiftesi bu sefer pek olur mu, nasıl olur?” başlıklıya yazısında, Türkiye’de toplumun AK Parti dönemindeki yolsuzluklar karşısında duyarlı olduğunu örnekleri ile açıkladıktan sonra; “Yani kimse bu toplum AKPnin yolsuzluklarına tepki göstermedi demesin. Karşılaştırmalı bir siyaset bilimci olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: dünyadaki birçok ülkeden daha fazla gösterdi. Ama sonuç getirecek etkili ve tek ses bir tepki ve siyaset geliştiremedi denilebilir. En meşru demokratik tepkilere bile “çatlasanız da patlasanız da” diyebilen, yani demokrasinin en temel ilkelerinden olan muhalefetin varlığına saygı iradesinden yoksun bir iktidar karşısında etkili olabilecek siyaseti henüz geliştiremedi.” tespitini yaptı. Somer’in muhalefetin varlığına saygı iradesinden yoksun bir iktidar karşısında etkili olabilecek siyaseti henüz geliştiremedi.” yönündeki tespiti çok önemli. Çünkü bu tespit, benim de uzun yıllardır ifade ettiğim konuya geliyor; siyasetsizlik ya da toplumsal düzeyde toplumun siyaseti bilmemesine. HANGİ VE NASIL SİYASET? “Siyaseti” çok kabaca toplumsal taleplerin, “kamusal alana” taşınarak tartışılması ve “siyasi karar süreçleri” ile kesişerek çözülmesi olarak ele alırsak; bu tür siyasetin (Osmanlı’da dahil olmak üzere) tarihimizde istisnai kısa dönemler dışında neredeyse hiç yaşanmadığını söylemek durumundayız. Cumhuriyetin kurulması sonrasında 1946’da tek partili hayattan çok partili hayata geçmesiyle siyasette, kuşkusuz yeni bir dönem başlamıştır. Siyasetin kurumsallaşması, demokrasinin derinleşmesi amacıyla atılan bu büyük ilk adımı ne yazık ki, sonra atılması gereken küçük adımlar takip etmemiştir. DP’nin devlete mesafe alarak iktidara gelişinin ardından zaman içinde savrulduğu devletçi siyasallaşma, otoriterleşme eğilimleri ve popülist uygulamalar nihayet 1960 Askeri Darbesi ile son bulmuştur. 1960’ı takip eden her on yılda bir yaşanan örtülü ve açık askeri müdahaleleri, ne yazık ki, siyasetin kurumsallaşmasına imkân tanımamıştır. Bütün bu süreçte siyaset, esas olarak devlet” merkezli olmuş, toplum ve toplumsal talepler daima ikincil olmuştur. Siyasi iktidarların ve siyasi partilerin esas işlevi, devletin izin verdiği kadar siyaset olmuştur. Devletin öteki/zararlı tanımladığı toplumsal kesimlerin talepleri görmezden gelindiği gibi, bu talepleri kamusallaştıran siyasi partiler kapatılmış, sivil toplum kuruluşları da etkisizleştirilmiştir. Bu açıdan, devlet, siyaseti daima steril” halde tutmuştur. Özetle devlet, istisnai dönemler dışında siyasetin varlığına kendi çizdiği alanda izin vermiş, bu alanın dışına çıkıldığında ise örtülü ya da açık müdahaleyle bu alanı yeniden tahkim etmiştir. DEVLETİN ALANINI ÇİZDİĞİ SİYASET Bu tablonun en doğal sonucu siyasi partilerin varlıklarını ancak, topluma değil devlete dayandırmak zorunda kalmalarıdır. Adları siyasi parti olan bu kurumlar devletin kendilerine sunduğu ekonomik ve siyasi imtiyazların, yukarıdan aşağıya dağıtan şirketlere dönüşerek sürdürmüştür. Küçük harflerle siyaset, toplumsal taleplerin, toplumsal sorunların kamusallaştığı, karar süreçleri ile kesişip çözüldüğü bir uğraş, bir alan değil, devletin bekasının öncelikli ve değişmez gündem olduğu bir uğraş, alan olmuştur.
Bu zihniyetin önceliği; siyasi iktidarlar aracılığıyla kendi kurumsal varlığını, ilan ettiği tehlikeler”, korkular” üzerinden sürdürmesi ve bu bahaneyle toplumsal talepleri sınırlaması ve yok saymadır.
Siyasi açıdan istisnai dönemler, 1946’da DP, 1974’de CHP, 1983’de ANAP ve 2002’de AK Parti’nin seçimlerde elde ettikleri başarılar, devlete mesafe alarak toplumsal talepleri temsile soyunmuş olmalarında yani siyasi meşruiyetlerini devlette değil toplumda aramalarındandır. Ancak bütün bu dönemler kısa süreli olmuş, toplumsal meşruiyet ve temsil yerine devlete eklemlenerek varlıklarını sürdürmeye çalışmış ve zayıflamıştır. Devlet sahip olduğu rant yaratma ve ideolojik güçle siyasi iktidarları kendine benzetmiş ve onları siyasetin nesnesine dönüştürmeyi başarmıştır. Bunun son örneği hâlen iktidar olan AK Parti’dir. Kurulduğu dönem ile karşılaştırıldığında bugün kendi kurumsal varlığını sürdürmek uğruna devlete eklemlenen bir siyasallaşma ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilir. 6’LI MASA NEDEN ÖNEMLİ? Bu tablonun bize gösterdiği gerçek şudur; ülkeyi yönetenlerin kültürel ve siyasal kimlikleri değişse de yönetim zihniyetinin, topluma, siyasete bakışının çok fazla değişmediğidir. Bu zihniyet, sadece siyasalı dışlayan değil, onu bizatihi yok eden bir otoriterliktir. Bu zihniyetin önceliği; siyasi iktidarlar aracılığıyla kendi kurumsal varlığını, ilan ettiği tehlikeler”, korkular” üzerinden sürdürmesi ve bu bahaneyle toplumsal talepleri sınırlaması ve yok saymadır. Bu devlet ile toplum arasında kapanması güç bir makas farkı yaratmıştır. Devlet ile toplum arasında bu makas farkını kapatacak tek güç, bu farklı toplumsal taleplerin ürettikleri bir pozisyonun siyaseten sahiplenilmesi olacaktır. Bunun yolu ise farklılıkların birlikte “gerçek siyasetin” üretileceği “kamusal alanın” yeniden inşa çabasıdır. Bu inşa, her toplumsal talep ve meşruiyete dayanan “söz” ve “eylemin” sadece kamuoyuna mal olması değil, bu söz ve eylemin yapısal değişime yol açması ile mümkündür. Bu da iki aşamalı bir süreçle mümkündür. Bunlardan ilki toplumsal talebe dayanan her söz ve eylemin “siyasallığını, yani iradi olmadan siyasallaşmaya açık olduğunun” kabul edilmesi. İkincisi ise aynı şekilde farklı toplumsal taleplere dayanan "siyasallaşmalarla" bir araya gelerek ortak bir "siyasi kimlik ve siyaset üretmenin" baştan kabullenilmesidir. Bugün ne yazık ki, siyasetin alanı bizatihi devletçiliğe teslim olmuş siyasiler tarafından daraltılmakta ve devlet her şeyi kontrole ve yönetmeye soyunmaktadır. Siyasetin, siyaseti minimize ettiği noktada, topluma düşen siyasete ve siyasal olana sahip çıkmaktır.
Küçük harflerle siyaset, Türkiye’de toplumsal taleplerin, toplumsal sorunların kamusallaştığı, karar süreçleri ile kesişip çözüldüğü bir uğraş, bir alan değil, devletin bekasının öncelikli ve değişmez gündem olduğu bir uğraş, alan olmuştur.
Bu noktada yapılması gereken bu farklı siyasallaşmaların bir araya gelerek ortak bir siyaset üretmeleridir. Bu ise ancak farklı kültürel taleplerin farklı olanlarla ortak bir gelecek kurma konusunda iradeyi göstermeleri ile olur. Yani Türkiye’de siyaseten öncelik, devleti dışlayan değil toplumsal talepleri öne çıkarak siyaseti savunan ve devleti sınırlayan bir siyasallaşmanın kendini kamusallaştırmasıdır. Bu açıdan 6’lı masanın ortaya çıkışı ve bugüne kadar varlığını sürdürmesi önemlidir. İktidar olmadan var olan düzene mesafe alması, siyasal meşruiyetini devlet değil topluma dayandırması umuttur. Bu umudun güçlenerek sürmesi ise tek tek bizlerin bu siyasallaşmaya siyasal alanda ve sandıkta sahip çıkmasıyla mümkündür. Unutmayalım, siyaset birbirine benzeyenlerin birbiriyle konuşması değil, farklı olanların demokrasi, özgürlük, adalet ekseninde bir araya gelebilmesidir. Türkiye’nin temel ihtiyacı budur. Şimdi toplumun nesne değil, özne olma zamanıdır. Her gün biraz daha kutuplaşan ülkede, siyaset bu kutuplaşmanın ortaya kaldırılmasının da kendisidir. 6’lı masa da büyük ölçüde bunu yapmaktadır. Evet, siyaseten tüm muhalefet partilerinin aynı şeyi istemesi tek başına siyaset değildir. Siyaset bu talepleri siyasallaştıran farklı siyasal ve kültürel kimliklerin, kamusal alanda birlikte ve ortak talep ve mücadele edebilmeleridir.