Eğer bir sihirli değnekle Türkiye’de demokratikleşmeyi ve kalkınmayı kolaylaştıracak üç dilek dilemek hakkım olsaydı, birisi sosyal, ekonomik ve siyasal olaylar üzerine “Türkiye’de” diye başlayan cümleleri (hiç olmazsa) yarı yarıya azaltmak olurdu. Geçen hafta Türkiye ile Venezuela’nın içinden geçtiği kutuplaşma ve otoriterleşme süreçlerinin benzerliklerini, Türkiye’nin Venezuela kadar büyük bir sosyoekonomik çöküş yaşaması olasılığını azaltan, büyük ölçüde kendi insanımızın, tarihimizin ve siyasetimizin ürünü olan mukayeseli avantajları tartışmıştım. İmalata, girişime ve (tabii ucuz olmaması gereken) emeğe dayalı ekonomisinden; nispeten partilerden bağımsız (tüm olumsuz gelişmelere, güncel pratiklere ve düzeltilmesi gereken hesap vermez yapısına rağmen) ve kamu yararına olabilen devlet aygıtından ve geleneğinden; toplumun dünyadaki muadillerine göre çok daha güçlü görünen demokrasi mirası ve inadından; muhalefetin şu ana kadar başardığı (ve dünyadaki örneklerden başarılmasının zor olduğunu bildiğimiz) şeylerden bahsetmiştim. Ama dil ve üslüpla ilgili[1] bir dezavantaj var ki, dünyadaki başka karşılaştırmalı örneklerde ne kadar var bilmiyorum. Bunu bilmek için gerekli tarzda karşılaştırmalı tarih ve/veya saha araştırması elimde yok. Bu sendrom, “Türkiye’de” olmaz sendromu! Yani sosyal, siyasal ve ekonomik olayları Türkiye’ye özgü, Türkiye’de olup da başka yerlerde olmayan, olmamış, olmayacak olaylar olarak anlamak ve anlatmak eğilimi… Bu sendromun:
  • “Sadece Türkiye’de olur.”
  • “Türkiye......ülkesidir.”
  • “Türkiye gibi ülkelerde....olur.” veya “...olmaz.” (Bu versiyonlara aşağıda ayrıca döneceğim)
  • “Bu coğrafyada...”
  • “Türk” (sekülerlerinin veya muhafazakârlarının) “kavrayamadığı şu ki...”[2]
  • “Bizim kültürümüzde...”
Gibi “Türkiye” veya “Türk” ile başlayan ve “..dır” genellemesiyle biten birçok versiyonu ve türevi var. Faklı ideolojik mahallelerde ve yurt içinde ve yurt dışında yerleşikler arasında da değişik versiyonları mevcut. Çoğu insan (eğitimli veya eğitimsiz, ama galiba daha çok görece eğitimli olanlar) bu kalıbı üzerinde düşünmeden, bir alışkanlık olarak siyasal ve toplumsal tartışmalarda kullanıveriyor. Sosyal bilimlerdeki adı: özcü açıklama. Yani insana ve dünyaya dair, birçok farklı toplumda gördüğümüz, görülmüş ve görülecek olayları ve sonuçları, bir ülkenin tekil kültürüne, tarihine ve “özüne” dayalı olarak açıklamak. Sanki tek bir ülkede (Türkiye’de) gerçekleşen ve gerçekleşebilecek olaylarmış gibi tarif etmek. Oysa bu hiç doğru değil. Türk, Kürt, Boşnak, Türkiyeli veya Müslüman olabiliriz ama uzaylı değiliz dünyalıyız. Dünyadaki gelişmelerin de sadece alıcısı veya kurbanı değiliz; failiyiz. Bu sendrom demokratikleşme inancını ve eylemini (geçen yazımda bahsettiğim görece başarılara rağmen) zayıflatan çok önemli bir sorun. Muhalefet partileriyle toplum arasındaki sinerjiyi de zayıflatıyor. Eğer bir sihirli değnekle Türkiye’de demokratikleşmeyi ve kalkınmayı kolaylaştıracak üç dilek dilemek hakkım olsaydı, birisi sosyal, ekonomik ve siyasal olaylar üzerine “Türkiye’de” diye başlayan cümleleri (hiç olmazsa) yarı yarıya azaltmak olurdu. “Türkiye’de” bir şey mümkün değilse eğer: o şeyi (örneğin işkence ve yolsuzlukla etkin mücadele, AKP dönemi otoriterleşmeyi aşmak) düzeltmek için fikir ve politika üretmek, (kırmızı çizgilerimizden ve kendi mahallelerimizdeki konfor alanlarımızdan) fedakârlık yapmak ve eylemde bulunmaya da gerek kalmıyor. Birçok kişi de eylemsizliğini rasyonelleştirebiliyor veya meşrulaştırabiliyor. “Türkiye’de olmayacak” olanı yapmaya çalışmak dünyadaki örneklerden ve uygulamalardan yararlanmanın da mümkün olmadığı anlamına gelir. Üstelik, “Türkiye’de” mümkün olmadığına göre ancak “Türkiye” olmaktan çıkarak başarılabilir demektir. Bu da kişileri radikal dönüşümler aramaya itiyor. Radikal dönüşüm dayatmaları da kaçınılmaz olarak toplumdaki farklı ve bir arada yaşamak zorunda olan ideolojileri ve hayat tarzlarını tehdit ediyor. Olumlu bir şeyler yapmak isteyen bir genç, “Türkiye’de” olmayacağını duyunca ne yapabilir? Bunu başka bir ülkede denemek mi? Başka bir ülkeniz yok ki? Kişinin kendini ait hissettiği ve (bu aidiyeti hisseden herkesin) kendini güvende hissettiği bir ülkesi olmasından daha büyük ve değerli bir milli servet olamaz. Üstelik paylaşmakla azalmayan aksine büyüyen bir servet. Bu sendrom bir tür kadercilik. Eski Hint filmlerinde vardır: bedbaht çocuk, ailesinden, isminden kaynaklanan kötü kaderi bir türlü aşamaz. Kendi iradesiyle ne yaparsa yapsın, genlerinden kaynaklanan gizemli ve anlaşılmaz alametler ne yapar eder onu bulur. “TÜRKİYE’DE OLMAZ” DERSENİZ, EMEK VERMEKTEN KURTULMUŞ OLUYORSUNUZ “Türkiye’de...” sendromu sanki bu anlayışın koca bir topluma uyarlanmış versiyonu. Sakın kültür ve Türkiye’ye ait başka özellikleri hafife aldığım sanılmasın. Bunlar olmadan sosyal olaylar hiçbir ülkede açıklanamaz. Sadece Türkiye’ye uygulanan ve birer mazeret hâline gelen köktenci açıklamalardan bahsediyorum. Bu sendromun sosyal psikolojik bir açıklaması belki şu: başarısızlık, risk alma ve hayal kırıklığı korkusuna karşı bir savunma refleksi. En baştan “olmaz” derseniz eğer, “olabilir” deyip de yanılma ihtimali de ortadan kalkıyor. Riskli kolektif gayretlere emek sarf etmenin ahlaki yükümlülüğünden de kurtuluyorsunuz. Sorumlu “onlar” oluyor: “muhalefet,” diğer vatandaşlar, dış güçler veya tarih. [3] Maalesef bu sendromu salt “eğitimle” aşmak bence mümkün değil. Çünkü sadece “eğitimsizler arasında” görülen bir sendrom değil. Hatta görece eğitimliler arasında daha çok görülüyora benziyor[4], ki eğer doğruysa bu da öğrenilmiş bir sendrom olduğuna işaret eder. Aynı zamanda çok ben-merkezli hem de kendi kendini ezen bir tavır bu. Önce Türkiye’yi dünyadaki tüm ülkelerinden ayrı bir tahta oturtuyor, sonra da o tahtı alaşağı ediyor. SENDROMUN BİR DE “TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERDE” VERSİYONU VAR Ama “Türkiye’de olmaz” sendromunun bir versiyonu da “Türkiye gibi ülkelerde” sendromu. Lakin bu “Türkiye gibi ülkelerin” hangileri olduğu bilinmiyor. Önemli de değil. Bu ülkeler tamamen sanal. Kendi kafamızda yarattığımız ve eğitim sistemimizde öğretilen şablonlardan devşirdiğimiz yapay bir “Gelişmiş Batı Ülkeleri” imajı var. Bunların dışında kalan ve “kaderi kötü” ülkelerden de gene sanal “Türkiye gibi ülkeler” grubu yaratıyoruz. En eğitimli, en “yurtdışı görmüş” ve görünürde en yurtdışına göç etmiş yurttaşlarımızın bile başka ülkelere bakarak vardıkları Türkiye’yle ilgili çıkarsamaların çoğu kez oldukça yüzeysel kaldığını – “geriye dönük ekstrapolasyondan” mustarip olduğunu – gözlemlersem, umarım haddimi çok fazla aşmış ve bir genelleme de ben yapmış olmam. Çoğu kez bugün var olanın, örneğin demokrasiyi ve refahı sağlamlaştırmış bir ülkedeki toplumsal davranışların, eskiden de böyle olduğu, bunların demokrasi ve refahın sonucu değil nedeni olduğunu zannediliyor. Bu düşünsel kalıplar “olgulara rağmen” çıkarımlara götürebiliyor. Fransa’nın Fransız devrimi sonrası bir yüz elli yıl aksak demokrasi, seçilmiş diktatörlük ve imparatorluk hevesleri arasında gidip geldiği; daha yetmiş beş yıl önce faşizmle yönetildiği; Güney Kore’nin yarım yüzyıl önce bizden daha fakir olduğu; 1990’lara kadar demokrasi olamadığı ve daha birkaç yıl önce demokrasisinin direkten döndüğü dikkatlerden kaçıyor. “Türkiye’de olmaz” acizlik duygusuna isyan “Muz Cumhuriyeti değiliz” veya “Afrika ülkesi miyiz?” sendromu da var. Bu kalıpları kullananlar, yılda muz ithalatına ne kadar para ödediğimizi, iktidara gelirse bu aşağılayıcı söylemlerle Afrika ülkeleriyle ilişkileri nasıl geliştireceğini, Gana gibi Afrika ülkelerinin bizim şu anda başarmaya çalıştığımız demokrasiye geçişi başardığını ve demokrasi olduğunu; Güney Afrika, Botswana ve hatta Tunus gibi ülkelerin demokrasi göstergelerinde Türkiye’den iyi durumda olduğunu maalesef hatırlamıyor. Bu sendromun kaynakları da karşılaştırmalı anlaşılabilir. Tayland’dan Çin’e, Rusya’ya, İran’a, Mısır’a ve hatta Macaristan’a.. benzer sosyal psikolojik durumlar olduğunu, siyasal kültürde benzer semptomlar yaşandığını biliyoruz. Çünkü bu ülkeler son yüzyıllarda Türkiye’ye benzer, imparatorluktan ulus-devlete geçiş süreçleri ve “Batı” (emperyalizmi) karşısında gerileme (ve/veya sömürgeleşme/uydulaşma) yaşamış toplumlar. Ama burada bahsettiğim semptomlar bizdeki oranda yaygın mı, onu bilmiyorum, ya da henüz bilmiyorum. Zaten, sorunlar dünyalı olsa da çözümler yerelde yani Türkiye’de üretilmek zorunda. BU SENDROM NASIL AŞILABİLİR? Bu sendrom “nitelikli ve farklı eğitim politikalarıyla”, dünya hakkında daha çok ve daha bilinçli bilgi sahibi olmakla, ve toplumsal/siyasal farkındalıkla aşılmaya başlanabilir. Medyada ve akademide bilinçli-karşılaştırmalı araştırmaların, yazıların, bilgiye ve araştırmaya dayalı değerlendirmelerin artmasıyla. Kendi tarihimizi ve güncelimizi karşılaştırmalı perspektiften anlamlandırarak. Ama bu sendromu aşmanın en etkili yolu: önümüzdeki seçimlerde toplum olarak barışçı ve medeni yoldan demokrasiye dönüşü başlatmayı başarmak; Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak üzere uzlaşma, fırsat eşitliği, hukuk ve sosyal adalete dayalı bir düzen inşa etmek; geçmiş adaletsizliklere adalet ve hukuk devletiyle karşılık vermek; ve bunun hikâyesini dünyaya ama en başta kendimize anlatmak olur. --- [1] Dilbiliminden biliyoruz ki, dille ilgili şeyler hiçbir zaman dille kısıtlı değildir; dil, mutlaka düşünceyi (ve dolayısıyla eylemi) de yansıtan ve/veya etkileyen bir yapıdır. [2] Söylemeye gerek yok: bu ifadeleri kullananlar da seküler veya dindar, muhafazakâr Türkler veya Türkiyeliler, ve bu ifadeleri kullanırken genelde kendi mahallelerinden bahsediyorlar. [3] Bu korku çok insani. Yani hemen gene özcü bir açıklamaya kaymayalım. Türkiye’de ilginç ve yaygın olan, bu korkunun kendisi değil de belki bu korkunun ürünü dil/düşünce kalıplarının bu kadar içselleştirilmiş olması olabilir. Zaten sosyal bilimlerde hatalı bir açıklama şekline veya mantık hatasına atıfla kullanılan  “özcü açıklama” diye bir kavramın var olması da, bunun dünyada bilinen, insana ve toplumlara özgü, hatta bilim insanlarını da yanıltabilen etkileyebilen bir hata olduğunun göstergesi. [4] Bu elbette sadece bir gözlem ve bilgiye dayalı bir hipotez olarak kabul ederek test etmek gerekir.