15 Temmuz’dan sonra Türkiye de çareyi dış politikasını askerileştirmekte buldu. Müttefikler "eksen değişikliği"mizi sorgulamaya başladılar. Avrasyacılık gündemimize sokuldu. Bugün bu yaklaşım Türkiye'nin önündeki en büyük dış politika sorunudur. Dünya değişiyor, yeni bir dünya düzeninin oluşmaya başladığı görüşü dile getiriliyor. Bu durumun sadece Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması sonucu ortaya çıktığını düşünmek eksik olur. Değişim, yirminci yüzyılın sonuna doğru Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) yıkılmasıyla başladı. Hala da devam ediyor.  YENİ BİR DÜNYA DÜZENİ Mİ?  İkinci Dünya Savaşı ertesinde başlayan Soğuk Savaş döneminde dünya çift kutuplu bir yapıya sahip iken, SSCB'nin yıkılması bu yapının dönüşüm sürecini başlattı. Uluslararası örgütlerin işlevi zayıflamaya başladı. İttifaklar içinde özerk davranışlar baş gösterdi. Uluslararası ilişkiler sahnesinde devlet ve örgüt aktörler dışında devlet dışı, çoğunluğu silahlı terör unsurlarına dönüşen yeni aktörler türedi. 2002 yılında iktidarı devralan AKP, Türkiye'nin dış politikasını yönetmeye başladığında böyle bir uluslararası ortam ile karşılaştı. Bu yıllarda diyalog, diplomasi, sorunların barışçı yollardan çözümü ilkelerinden kopmadan sürdürülen dış politika 2005 yılında Türkiye'nin AB ile üyelik müzakerelerini başlatabilme başarısının sebeplerindendir. 2007 yılında ise AKP'nin ikinci seçim dönemi ile birlikte, her alanda olduğu gibi, dış politika alanında da dönüşüm başladı. DIŞ POLİTİKANIN ASKERİLEŞTİRİLMESİ Ukrayna'nın işgali sadece bir sonuç. Son yıllarda tüm dünyaya yayılan bir uluslararası ilişkiler hastalığı yaşıyoruz. Adını net koyalım: Dış politikanın askerileştirilmesi! 2001 yılındaki İkiz Kuleler saldırısının sonucu Irak ve Afganistan'a yönelik olarak başlatılan askeri müdahaleyi 2008 yılında Rusya-Gürcistan savaşı izledi. Askeri çözüm yeni normal olmaya başlamıştı. Gürcistan savaşını 2014’te Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı izledi. 2011 yılından itibaren yükselen Arap Uyanışı ertesinde AKP iktidarı askeri çözüm yöntemine Libya ve Suriye gibi yerlerde de başvurulmasını savundu. Ama bu konuda başı çekmesi beklenen ABD bir müdahale yorgunluğu içindeydi ve asker göndererek kara harekatları yapmayı tercih etmiyordu. 2016 yılındaki 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Türkiye de çareyi dış politikasını askerileştirmekte buldu. 2012 yılında Suriye'de kimyasal silah kullanıldığı düşüncesiyle başta ABD olmak üzere Türkiye’nin müttefiklerini ortak harekete ve müdahaleye ikna edemeyen AKP iktidarının, 2016 yılında Suriye'ye başlattığı askeri harekatlar bu askerileşme sürecinin ilk adımıdır. Dış politikaya AKP'nin getirdiği bu askeri boyut kısa zamanda Türkiye hakkındaki uluslararası algının da değişmesine yol açtı. Müttefikler, giderek artan şekilde Rusya ile yakınlaşmaya başlayan Türkiye'nin bir "eksen değişikliği" içinde olup olmadığını, NATO ittifakına olan taahhütlerinin neden değişmekte olduğunu sorgulamaya başladılar. S-400'ler, Astana süreci derken, Türkiye'de de rota değişikliğinden yana olanlar türedi. Avrasyacılık denen bir yaklaşım, sanki Türkiye bir üçüncü dünya ülkesi imiş gibi gündemimize sokuldu. Bugün bu yaklaşım Ukrayna'ya saldıran Rusya ile yakınlaştığı algısı artık iyice güçlenen Türkiye'nin önündeki en büyük dış politika sorunudur. ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ VE TÜRKİYE Geçen hafta Soçi'de gerçekleştirilen Putin-Erdoğan görüşmesi sırasında Putin'in Erdoğan'ı Özbekistan'da yapılacak Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) zirve toplantısına davet etmesi yeni bir dış politika ufku olarak kimileri tarafından hiç de layık olmadığı şekilde övülüyor. Oysa ŞİÖ’yü yeterince tanımıyoruz. 1996 yılında Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından oluşturulan “Şanghay Beşlisi”, 2001 yılında Özbekistan'ın da katılımıyla ŞİÖ olarak uluslararası örgütler arasında yerini aldı. 2017 yılında Hindistan ve Pakistan, 2021 yılında ise İran örgüte tam üye oldular. AKP iktidarı ŞİÖ ile hep ilişki içinde olmak istedi. Bu arzu başlarda Rusya tarafından destekleniyor görünse de, Özbekistan Türkiye'nin örgütle ilişki kurmasına rıza göstermedi. Çin de çok hevesli davranmadı. İran'ın gözlemci statüsü kazanması ise Türkiye'nin örgüte daha çok ilgi göstermesine yol açtı. Zamanla Türkiye hakkındaki engel ve itirazların azalmasıyla 2012 yılında ŞİÖ'ye diyalog ortağı olarak kabul edildik.
ŞİÖ’yle ölçülü ilişkiler geliştirmekte sakınca yok. Ancak Türkiye'nin ŞİÖ’de yer alarak arabulucu olabileceğini ileri süren uzmanları dinledikçe endişelenmemek elde değil. Aksine, Türkiye’nin NATO'da yarattığı kuşkular ve endişeler artacaktır.
Batı kurum ve kuruluşları içinde yer alan Türkiye'nin küresel düzeyde ilişkilerini çeşitli bölgesel ve uluslararası örgütler ile ilişkiler kurarak ölçülü biçimde geliştirmesinde dış politika açısından hiç bir sakınca yoktur. Aksine, ne kadar çok bu tür örgütlerle ilişki geliştirilirse Türkiye'nin uluslararası ilişkiler ağı da o kadar gelişir. Örneğin, Türkiye 2017 yılından itibaren ASEAN ile Sektörel Diyalog Ortağı olmuştur. ASEAN Türkiye'nin ticari ve ekonomik ilişkilerinin genişletilmesi açısından önemli bir ortaktır. ŞİÖ ise ayrı değerlendirilmelidir. Kimse yanılgıya düşmesin: ŞİÖ ne NATO’nun ne AB’nin alternatifi olabilir. ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ NEDİR, NE DEĞİLDİR? ŞİÖ başından itibaren Çin'in girişimiyle başlatılan, terörizm ve ayrılıkçılık gibi tehditlerle mücadele için kurulan bir örgüttür. SSCB'nin dağılmasının yarattığı ortamın Orta Asya'da bir güvenlik tehdidine yol açmasını engellemek için Çin Şanghay Beşlisi girişimini başlatmıştır. Enerji bakımından ithalata ihtiyaç duyan Çin, 2003 yılında ŞİÖ içinde ekonomik iş birliğini genişletmek için de başı çekmiştir. Daha sonra ilişkiler ağına kültürel işbirliği de eklenmiştir. ŞİÖ'nün temel eksenini Çin-Rus işbirliği oluşturur. Bu eksen de aslında SSCB'nin dağılmasından sonra ABD'nin görünürde tek kutup gibi kaldığı algısına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim, 1996'da Şanghay Beşlisi oluşumunun hemen ertesinde 1997 yılında Moskova'da yapılan Rusya-Çin zirvesinde imzalanan ikili ortak bildiri "dünyada çok kutupluluğun desteklenmesi"ni öngörmektedir. 2007 yılı ise uluslararası sahnede "Putin Yılı” olarak anılabilir. Putin Şubat 2007'de Münih Güvenlik Konferansı'nda NATO'nun eski SSCB sınırlarına yaklaşmasını eleştirir, Gürcistan ile Ukrayna'yı kırmızı çizgisi olarak açıklar ve bu iki ülkeye müdahale edebileceğinin işaretlerini verirken, Ağustos 2007'de ŞİÖ'nün Bişkek Zirvesi'nde yaptığı konuşmada "tek kutuplu dünya düzeni kabul edilemez" diyerek ŞİÖ'nün temel misyonunu belirlemiştir. ŞİÖ özünde Batı ve ABD karşıtı bir gruplaşmadır. NATO, Avrupa Konseyi, AGİT gibi örgütlerin üyesi olan Türkiye'nin ŞİÖ içinde yer almasının ABD'nin Rusya ve Çin ile olan kutuplaşmasında da bir tür arabulucu gibi bir işleve yol açacağını ileri süren uluslararası ilişkiler uzmanlarını dinledikçe endişelenmemek elde değil. Aksine, Türkiye Rusya ve Çin ile yakınlaştıkça, NATO'da yarattığı kuşkular ve endişeler artacaktır. İsveç ve Finlandiya'nın üyeliklerine yönelik tutum bu kuşku ve endişeleri daha da pekiştirecektir. YENİ BİR ROTA MI? AKP'nin dış politikada arayışları Türkiye'yi giderek yalnızlaştırmakta, dış politikamız hakkındaki algıları giderek olumsuzlaştırmaktadır. Atatürk'ün Türkiye'ye verdiği direktif çağdaş uygarlıklar arasında yer alma yönündedir. Bugün yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğu söylentileri yaygınlaşırken, bu direktif her zamankinden daha büyük bir önem kazanıyor. Zira bugün artık tercih, demokrasi ile otokrasi arasında. Türkiye demokrasi yanında yer almadıkça çağdaş dünyadan uzaklaşmaya mahkumdur. Genç nesillerimize böyle karanlık bir gelecek sunamayız. Türkiye’nin yeni bir rotaya ihtiyacı yoktur. Atatürk rotasını güçlendirerek korumakta kararlı olmak Türkiye’yi yeniden itibarlı bir uluslararası aktör yapacaktır.