Türkiye neden başaramıyor? II
Politikyol
Türkiye çok partili yaşamın başlangıcından 12 Eylül darbesine kadar olan süreçte dar anlamda kesintili, kısa süreli başarı dalgalarıyla karşılaşsa da, geniş anlamda potansiyeline uygun başarı hikayesi yazamadı. Bu örüntü 1980’lerden günümüze sürerken, bir anlamda başarıyı yakalama bağlamında kendi kendine yenik düşen, başarıya uzanma anlamında bekleme odasının dışına çıkamayan bir Türkiye var karşımızda. Tarihsel birikiminden doğal kaynaklarına, insan kaynağından bürokrasi ve özel sektör tecrübesine rağmen, kesintili, dalgalı başarıları kurumsallaştıramıyorsak, bir yerlerde birtakım yanlışların yapıldığı açık. Bu yanlışlara değinmeden önce, 1980’den günümüze başaramamanın satır başlarına değinmek gerekir.
Alaturka Kapitalizmle Harmanlanmış Otoriter-Popülist Siyaset
12 Eylül darbesi, öncesinde yaşanan ekonomik ve politik istikrarsızlığa bir tepki olarak gerçekleştirilmiş, demokratikleşme süreci kesintiye uğrarken, sivil siyaset tasfiye edilmiştir. Darbenin ardından 1983 seçimleriyle işlemeye başlayan süreç ve ANAP iktidarı Türkiye’yi kapitalist ekonomik sisteme, piyasa ekonomisine eklemleme odaklı siyaset tarzı ve pratikleriyle 80’li yıllarda Türkiye’nin zamanın ruhundan kopmamasına aracılık etmesi nedeniyle kısmi bir başarı hikayesine karşılık geliyordu denilebilir. Başarının kısmiliği son tahlilde ekonomi ve piyasanın emek, demokrasi, demokratikleşmenin önüne konmasından, sivilliğinden İslami kültür, inanç sivilliğiyle sınırlı görülmesinden kaynaklanıyordu.
Son tahlilde uluslararası sisteme Türkiye’nin aktif bir ekonomik özne olarak dahil edilme çabaları önemli olmakla birlikte, 12 Eylül’den devralınan otoriter kodları tasfiye anlamında ANAP’ın başarılı olduğu söylenemez. Özellikle 12 Eylül’ün kitle nezdinde kendini meşrulaştırma aracı olarak inşa ettiği ‘Türk-İslam sentezi’ kültür projesi, ‘Dört Eğilimi Birleştirme’ şeklindeki ideolojik pragmatizmi siyasetsizleşme ve devlet merkezli yeni tip bir kültür inşası girişimi olarak okunabilir ki bunda büyük ölçüde başarılı olunmuştur. ANAP’ın ilk yıllarında ekonomi politikalarında baştacı edilen turizm, inşaat gibi sektörler, serbest kur sistemi, ihracatın artması refahın sınırlı ölçüde yaygınlaşmasına katkı yapsa da, son tahlilde üst yapısal anlamda kapitalizme geçişe zihniyetiyle hazırlıksız yakalanan Türkiye’de bir gecede kapitalizme geçilememiştir.
Hal böyle olunca serbest piyasadaki Türk tipi deneyim Alaturka Ahbap-Çavuş kapitalizmine teslim olurken, siyasetteki izdüşümü ise Ersin Kalaycıoğlu’nun ifadesiyle Önce Evren, ardından Özal’lı neo-patrimonyal siyaset, bu siyasetteki nepotizm, bürokratik partizanlık, süreç içindeki liyakatsizlik muhtemelen Özal’ın da ummadığı ölçüde siyaset ve ekonominin çoğu alanına sirayet etmiştir. Sonuçta görünürde kurumların varlığı anlamında batı tipi bir ekonomik sistem, işleyişi, ürettikleri itibarıyla başaramayan bir ekonomi 90’lara gelindiğinde kendini ziyadesiyle siyasette de hissettirdi. Ekonomik büyüme, sektörel çoğulculaşma, tüketim artışı aynı ölçüde refah artışıyla sonuçlanmadığı ve demokratik karşılığını üretemediği için 1991 seçimleriyle ANAP sandıktaki seçmen tercihleriyle iktidardan uzaklaştırıldı.
1991 seçimleriyle birlikte sivilleşme adına DYP-SHP iktidarı önemli olmakla birlikte, ekonomi politikaları itibarıyla ANAP’tan devralınan sorunları yönetme ve çözme konusunda proaktif adımlar atılamamış, köycülük popülizmiyle süreci yönetmeye çalışan Demirel karşısında emek yanlısı ve demokratikleşme politikalarıyla çalışma ve toplumsal hayatta yeni dengeler kurmaya çalışan SHP beklediği başarıyı yakalayamamıştır. Sonuçta bu dönemde kesintili başarı dalgasının kimi demokratikleşme hamleleriyle sınırlı kaldığı görülür.
Demirel’in Cumhurbaşkanlığıyla birlikte, önce 1995 seçimleri, ardından Refah-Yol koalisyonu, 28 Şubat post-modern darbesi altyapısal kurumların üst yapıyla entegre edilmediği ve bir sürece yayılmadığı takdirde başarıyı yakalayamamanın, üstelik başaramamanın örnekleri olarak iz bırakıcı türdendi. Merkez soldan DSP’nin katılımıyla kurulan ulusalcı-milliyetçi koalisyon bir yandan milliyetçilerin iktidarın imkanlarını taraftarlarına aktarma, diğer yandan ANAP’lı yıllardan devralınan ve Çiller’li DYP öncülüğündeki hesapsız kitapsız köycülük popülizmiyle bakkal defterine dönüşen ekonomik tablo Türkiye’yi 2001 ekonomik krizine taşıdı. Krizin Kemal Derviş ve ekibinin uluslararası ekonomi rasyonalitesiyle kurgulanmış, disiplinli, popülist olmayan, yanaşmacı siyasetten uzak politikalarıyla aşılmaya başlandığı bir konjonktürde alınan seçim kararıyla, bugün de devam eden AKP iktidarıyla Türkiye tanıştı.
AKP Aracılığıyla Türkiye’nin Deneyimledikleri
İktidarı elde etme adına ve uğruna kendisine ‘muhafazakar-demokrat’ kimlik yakıştırdığı bugün daha iyi anlaşılan AKP, iktidarının ilk yıllarında devletin etkin güç odakları ve uluslararası düzenin aktörleri nezdinde meşruiyet kazanmak için ılımlı sağ, muhafazakar, sınırlı liberal bir partinin uyguladığı politikalara benzer politikalar izlemiştir. Bu yönelim içeride seçmen nezdinde toplumsal desteğini pekiştirmiş, dışarının gözünde ise işbirliği yapılabilecek muhafazakar demokrat bir parti olarak algılanmıştır.
Girdiği seçimlerde oyunu, dolayısıyla toplumsal tabanını arttıran AKP’nin bu başarısının ardında Anadolu’nun muhafazakar kültürel taleplerini, iktisadi beklentilerini okuma becerisi yanında, büyük kentlerde değişen tüketim ihtiyaçları, alışkanlıkları ve taleplerine uygun yanıtlar bulmasının da payı vardır. 2011 seçimleriyle toplum nezdinde arka arkaya seçim kazanma rüştünü ispat eden AKP, geleneğininreferanslarıyla örtüşen toplumu kültürel anlamda muhafazakarlaştırma, iktisadi anlamda kendisine oy verenleri ‘tek hakiki toplum’ görme gibi otoriter siyasi kimliğe bürünmesine vesile olurken, ardından medya, kamu yönetimi, sivil toplum, iş dünyasını tektipleştirme, kendi politik, sosyal ağı olarak inşa etme stratejisiyle yoluna devam etmiştir.
Bugün gelinen noktada geriye dönüp bakıldığında, AKP iktidarının ilk yıllarında iktisadi anlamda uluslararası finansal koşulların yarattığı fırsatlar, politik, kültürel anlamda utangaç muhafazakarlığın mantığıyla çoğulcu, refah dağıtıcı birtakım politikalar izleyen partinin ilk iktidar yıllarında kısmi başarı dalgasından sözetmek mümkündür. 2010 sonrasında ise toplumun bütününü İslami referanslar temelli temsil ettirmeye, parti dayanışması merkezli paylaşmaya dayanan otoriter, dışlayıcı siyaset anlayışı ve tarzı nedeniyle, AKP eliyle sürdürülebilir bir başarıyı yakalayamayan Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Türkiye Bekleme Odasına Mahkum mu?
Modern Türkiye’nin yaklaşık 100 yıllık serüveni, kesintili başarı dalgaları bir yana bırakıldığında, özellikle 1950 sonrası var olan potansiyelinin hak ettiği başarıyı yakalayamamasıyla, başaramamasıyla dikkat çekmekte. Bunca doğal, ekonomik, demografik, tarihsel birikim ve potansiyeline rağmen neden başaramıyor sorusunun yanıtı büyük ölçüde çok seçenekli. Kanımızca öncelikli neden batı tipi bir ekonomik yapının tarihsel yokluğu, buna bağlı olarak ekonomik, sınıfsal, sosyolojik dönüşümün yaşanmaması, bu yaşanmamışlığın da siyasetteki belirleyici etkisidir.
Kökü yüzyıllara dayanan köylü tebaadan Cumhuriyetin rüyası bir ulus yaratma projesinde altyapıyla üst yapısının doğası ve tarihsel koşullar gereği entegre edilemediği, inşa edilmeye çalışılan ulusla örtüşen zihniyet hakim kılınamadığı için, kurumlarıyla yüzü modernliğe dönük, eylemleriyle Alaturka değerleri içselleştirmiş bir toplum Türkiye’de baskın durumda. Tarihsel olarak koşmasına izin verilmeyen, ancak devlet bastonuyla yürümesi istenen, konjonktüre göre kendi ideolojisine uygun makbul yurttaşı inşa eden devlet, daha doğrusu devlet iktidarını ele alan politik aktörler devletten özerk alan görmek istemezken, iş dünyasından sivil topluma kadar her türlü alanı kontrolünde tutmayı hedeflemektedir.
Devletin ise olağan koşullarda ancak siyaset aygıtıyla kontrolü mümkün olduğu için, siyaset devleti, dolayısıyla her alanı kontrol etmenin yegane aracıdır. Adeta bir savaş alanını andıran siyasette başarılı olma, sonuçta kime neyi, ne kadar dağıtacağı evrensel aklın doğal akışına, ekonomin rasyonel kurallarına göre işlemediği için, uzlaşmayla sonuçlanmayan, otoriter, patronajcı popülist bir siyaset baskındır. Bu tarz siyaset buna uygun insan tipini de, değerlerini de , iş dünyasını da, sivil toplum örgütlerini de üretmektedir. Bireysel ve kurumsal düzeyde başarmanın yegane koşulu cari siyaset ve aktörlerine biat etmeye dayalı bir sistemde bu nedenle bireysel birikim, başarı, donanım, kurumsal kapasiyle yükselmek oldukça zordur.
AKP’nin son yıllarında bu daha da zorlaşmıştır. Referans olarak liyakat kriterleri yerine, particilik, hemşehricilik, mezhepçilik, cemaatçilik gibi ilksel bağların tercih edildiği bir sistemin kurumları ne kadar iyi tasarlanırsa tasarlansın, özerk birey, özerk toplum olamamayla birleştiğinde Türkiye’nin bir asırlık başaramama hikayesini anlamak kolaylaşıyor. Başarmanın ilk adımının ailede, eğitim kurumlarında demokratik yurttaş değerlerini öğretme süreciyle atılmaması durumunda, bekleme odasında kalmaya mahkum bir Türkiye insanlarını yormaya, kahretmeye devam edecektir.
Yorumlar
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Bakan Fidan: HTŞ, yıllardır bizimle işbirliği içinde oldu
İstanbul'da deprem meydana geldi