Geçen hafta başında açıklanan %7’lik büyüme oranları ile birlikte kamuoyunda büyümenin üretimle değil de, tüketimle elde edildiği yönünde bir tartışma başladı. Aslında böyle bir görüşün dile getirilmesi sadece bugüne özgü bir durum değil. Anlaşılamayan, kamuoyu beklentilerini aşan bir büyüme olduğunda zaman zaman bu tartışma gündeme getiriliyor.  En son, geçen yılı %1,8’lık pozitif büyüme ile kapatan Türkiye ekonomisinin, büyüme performansı yorumlanırken de bu tartışma yapılmıştı. Bu tartışmaların bir adım sonrası TÜİK’in hesaplamalara müdahale ettiğinin ve açıklanan rakamların da güvenilmez olduğunun belirtilmesidir. Bunda TÜİK’in milli gelir hesaplama yönetimini 2016 yılında değiştirmesinin büyük payı var.  Bugüne değin değişiklikler konusunda yapılan bilgilendirmelerin kamuoyunda oluşan kafa karışıklıklarını gideremedi çok açık. Türkiye ekonomisi geliştikçe, iktisadi faaliyetler çeşitlenmiş ve mevcutta kullanılan yöntemler ekonomideki gelişmeleri yeterince iyi yansıtamaz duruma gelmiş ve böyle bir yöntem değişikliği zaruri bir hal almıştır. Milli gelir hesaplarında kullanılan eski yöntem elbette sorunsuz değildi.  Ekonomide var olan, ama eski yöntemle açıklanamayan sektörel gelişmelerin o yöntemle yakalanabilmesi mümkün değildi. Aslında geçmişte de böyle değişiklikler belli aralıklarla yapılmaktaydı. Kendi adıma bu verilerin hesaplama metodolojisi konusunda aklıma yatmayan bazı konular olduğunu itiraf etmeliyim.  Ama bu başka bir tartışma konusu. Bu değişikliğin gereksizliği anlamına gelecek bir çekince değildir. Sanırım son yıllardaki TÜİK verilerine güvensizliğin ana nedeni, AKP yönetiminde kamu kurumlarına yönelik güvenin genel anlamda en düşük seviyelerde seyretmesidir. Ayrıca, bu güven erozyonu sadece TÜİK ile de sınırlı değil. Ülkemizin en güvenilir ekonomik kurumlarından biri olan TCMB de bu erozyondan hakkını yeterince almaktadır. Buradaki konumuz, bir iktisatçı olarak benim de zaman zaman muhatap olduğum, “tüketerek büyüme olur mu?” sorusunun bir nebze cevabını verebilmek. Peki, tüketerek büyümek olur mu? Bence, büyümenin sadece tüketerek elde edildiğini iddia ederek, arz açısından etkisinin olmadığını ima etmek ve böylece itibarsızlaştırmaya çalışmak doğru olmaz. Yöntem gereği eğer bir tüketim varsa, bunun mal ve hizmet üretimi olarak da bir karşılığının olması gerekmektedir. Milli gelir muhasebe sistemi, tüm ekonomide olduğu gibi çift kayıt sistemine dayanan ve uluslararası standartları olan bir sistemdir.  Ekonomide her bir kaydın mutlaka denk bir karşılığı bulunur.  Bunun dışında makroekonomik düzeyde de, milli gelir hesapları harcama, üretim ve gelir arasında bir denkliğin bulunduğunu kabul eder ve bu denkliği de özdeşlik olarak ifade eder. Bu aslında makroiktisattaki en önemli özdeşliktir. Özdeşliğin eşitlikten önemli bir farkı vardır. Eşitlik, sadece belli bir değerde iki değişkenin eşitliğini ifade eder.  O “belli” değer dışında eşitlikten bahsedemezsiniz.  Özdeşlikte ise, bahse konu olan denklik süreklilik arz eder; sadece belli bir değeri kapsamaz. Özdeşliği en güzel şahıs isimleriyle açıklamak mümkündür. Örneğin benim adım İbrahim Öner. Bana İbrahim diyenler de, Öner diyenlerde fiziki olarak aynı kişiyi, yani beni ifade ederler. Özdeşlik böyle bir şeydir. Konuyu milli gelir hesaplaması bakımından ele alırsak, açıklanan büyüme rakamları harcama ve üretim değerleri, dönem sonu itibariyle aynı büyüklüğün başka isimlerle ifade edilmesidir.  Buradaki dönem sonu değerlere ex post değerler denilerek, bunları başlangıçtaki beklenilen değerlerden farklılaştırmaya çalışılır. Gelecekte iktisadi olayların belirsizliği böyle bir farklılaşmanın temel sebebidir. Ama geçmişe bakarak geleceğe yönelik beklentilerin oluşturabilmesi mümkündür.  Bu beklenen değerler dönem sonunda gerçekleşmiş değerlerle paralellik gösterebilir; bazen de sapabilir. Geleceğin beklendiği gibi gerçekleşmesi dönem başında alınan pozisyondan herhangi bir zarara uğranmayacağının göstergesidir. Ancak aksi durumda zarar etme ihtimaliyle karşı karşıya kalınabilir. Bir iktisatçı bakımından bu farklılaşmanın önemi ise, beklenen değerin iktisadi birimlerin dönem başında pozisyon almalarına yol açan değerler olmasıdır. İktisadi birimler mümkün olduğunca geleceği tahmin etmeye çalışırlar ve bu yönde birtakım iktisadi değişkenlerin dönem sonunda gerçekleşecek değerleri bakımından beklenti oluştururlar. Bu beklenen değerlerin dönem sonunda gerçekleşecek değerlere yakın veya eşit olması arzulanır ki, önceden alınan pozisyonlar doğru pozisyonlar olsun ve alınan bu pozisyondan ötürü bir kayıp oluşmasın. Örneğin pazartesi günü açıklanan %7’lik büyüme üç ayın sonunda ortaya çıkan ex post büyüme rakamıdır. Ancak bu açıklanmadan bir hafta önce birtakım kurumların beklenti anketlerinde yer alan, %6,5’lik bir büyüme rakamı ise beklenen (yani ex ante) büyüme rakamıdır. Gerçekleşmiş olan veri açıklandıktan sonra bu beklentinin pratik manada bizim için önemi yoktur. Öncesinde ise, iktisadi birimlerin pozisyon alabilmesi bakımından bu ex ante verinin önemi vardır. Görünen o ki %6,5’luk bir beklentiye göre pozisyon oluşturan iktisadi birimler, %7’lik bir büyüme çıktıktan sonra daha önce almış oldukları pozisyonları değiştirmeye ihtiyaç duymayacaklardır. İktisada giriş mahiyetindeki bu kısa açıklamaların ardından şunu da belirtmekte fayda var.  Kapalı ekonomilerde harcama yaratan her talep aynı yönde ve aynı parasal miktarda üretim (arz) ve gelir artışı yaratır. Dolayısıyla hafta başı açıklanan %7’lik büyüme, eğer tüketerek elde edildiyse, aynı miktarda bir üretim artışının olduğunu düşünmek büyümenin tanımı gereğidir. Zaten TÜİK de bültenlerinde ilgili verileri açıklarken, üç yöntemle (harcama, gelir ve üretim) hesaplanan değerlere yer verir.  Toplamda bu üç farklı şekilde hesaplanan rakamlar birbirine eşit olmak zorundadır.  Yani %7’lik büyüme oranı hem harcamalarda, hem üretimde, hem de gelirde %7’lik bir artış anlamına gelir. Bu yüzden büyümeye ilişkin bir tüketim artışından bahsedilecekse, aynı zamanda benzer miktarda bir arz ve hatta gelir artışından bahsetmek zorundayız. Dolayısıyla açıklanan büyüme oranı sadece harcamalardaki bir artış değil, aynı zamanda üretimde ve gelirde fiili olarak gözlemlenmiş olan artış oranıdır. Açık bir ekonomide yurtiçi üretimin tüketim artışlarına duyarsız kalma ihtimali olabilir.  Bu ihtimal harcama artışının yerel üretim artışıyla değil de, daha çok ithalat ile karşılandığı bir durumu ortaya koyar. Özellikle ekonomideki yerli ve yabancı mallar arasındaki nispi fiyatların yabancı mallar lehine olduğu hallerde, ekonomide meydana gelen talep artışı daha çok ithalatayansıyacak ve bu yolla cari açığı arttırıcı bir etki yaratacaktır.  Ekonominin, büyürken giderek artan cari açıklara maruz kaldığı böyle durumlarda, tüketimin yerel üretimle bağı zayıflayacak ve tüketim artışlarının önemli bölümü ithalat ile karşılanacaktır.  Sanırım bu durum, kamuoyunda bahsi geçen “tüketerek büyüme” açıklamasına dayanak teşkil etmektedir.  Ancak milli gelir muhasebe sisteminde ithalatın bırakın toplam talebi arttırmayı, aksine azaltıcı bir etkisi vardır.  Tüketim kaynaklı daha fazla ithalatın ekonomide toplam talebi, dolayısıyla üretim ve geliri arttırıcı bir etkisinden bahsedilemez. En son açıklanan büyüme rakamlarında bu tarz bir açıklamayı destekleyecek bir gelişme görülmemektedir.  Yıllık hesaplanan büyüme rakamları dikkate alındığında ihracatın %3,3 artması ve ithalatın ise %1,1 oranında azalması, birinci çeyrekte elde edilen %7’lik büyümenin ithalattan ziyade, daha çok yurtiçi üretim artışı ile gerçekleştiğine işaret etmektedir. Dahası TÜFE bazlı reel efektif kur endeksinin mayıs ayında ulaşmış olduğu 60,6 gibi, 100’ün çok altındaki değerlere ulaşmış olması, TL’nin reel manada ciddi değer kaybı yaşadığı anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda Türkiye ekonomisinin uluslararası piyasalarda ciddi bir rekabet gücü kazandığının da göstergesidir.  Böyle bir ortamda elbette ithalatın göreli olarak maliyeti yüksek olacak ve Türk müteşebbisi için ithalat için ciddi bir fiyat motivasyonu bulunmayacaktır.  Bu gerçek de en son elde edilen %7’lik büyümenin tüketimin körüklediği bir büyüme tezini dayanıksız bırakmaktadır.  Fakat ihracat için durum bunun tam tersidir. Öte yandan birinci çeyrek büyüme rakamlarına talep açısından bakarsak, tüketimin ve yatırım harcamalarının temel belirleyiciler olarak öne çıktığı görülüyor. Enflasyonun Türkiye ekonomisinin gerçeği olduğu ve kur istikrarının da bir süre daha sağlanamayacağını düşündüğümüzde, bu yönde bir talebin oluşması mümkündür.  Dahası bu kur düzeyinde, Türk sanayi mallarına yönelik oluşan dış talebin sanayi işletmelerinin birçoğunda ciddi üretim artışlarını körüklediği görülmektedir.  Zaten arz yönüyle hesaplanan en son büyüme rakamlarından da görüldüğü gibi, sanayi üretimin %11,7 gibi çok yüksek bir oranda artış gerçekleştirmiş olması bunun bir göstergesidir. Yıllık büyüme rakamlarında görülen bu olumlu gelişmelerin çeyrekten çeyreğe büyüme rakamlarında görülmediği de dikkatlerden kaçmamalıdır.  Buna göre, çeyrekten çeyreğe  %1,7 oranında büyüyen ekonomide, özel ve kamu tüketimleri sırasıyla -%1,7 ve -%2,1 oranında daralmıştır. Tek artış gösteren yatırımlar ise, sadece %1,6 oranında artmıştır. Bu da ekonominin performansında kısa dönemde dikkat çekici bir yavaşlamanın yaşandığının göstergesidir. Açıklanan yıllık bazda %7’lik büyümenin daha çok iç talep ve dış talep çekişli bir büyüme olduğu, arz açısından da ağırlıklı olarak sanayi üretiminde bir artışa yol açtığı düşünülebilir.   Bu açıklamada büyüme sadece tüketerek değil, aynı zamanda üretimi de beraberinde sürükleyerek gerçekleştiği anlaşılmalıdır. Ancak bu büyümenin ne kadar kapsayıcı ve nimetlerinden toplumun hangi kesimlerinin daha çok yararlandığı ise ayrı bir tartışma konusudur.