Üretime dayanmayan, aksine dışarıdan borçlanma yoluyla gerçekleştirilen tüketim ülkemizdeki demokratik haklarda da iyileşmenin kilit unsuruydu. Zira ekonomide işler iyi giderken, kamuoyu üzerinde baskı oluşturmanın bir anlamı yoktu. Ülkemizin bugünlerdeki en önemli sorunu otoriterleşmenin artan dozajı. Türkiye için yeni milenyum demokratikleşme, siyasi istikrarın inşa edilmesi ve ülkenin Avrupa Birliği ile hem siyasi hem de toplumsal manada kader birliğine girmesiyle ortaya çıkan umut anlamına gelmekteydi. Belki de Türkiye’nin 100 yılı aşkın Batılılaşma çabasında en önemli adımların atılmasının başlangıcı olmuştu. Ardından dünyada baş gösteren mali krizin de etkisiyle, Avrupa’da hava değişti. Özellikle Birliğin liderliğini üstlenen bazı ülkelerin Türkiye’yi dışlayıcı bir tutum izlemesinin ardından, Türkiye kendi kaderini Batı’da aramaktan vazgeçti. Doğuya yöneldi. Bunun sonucu olarak da demokratik değerlerden uzaklaştı. Bugüne kadar yapılan analizlerde çoğunlukla bunda siyasi faktörlerin oynadığı rol üzerinde duruldu. İktisadi nedenler çoğunlukla ihmal edildi. ABD’de 2008-2009 döneminde meydana gelen mali krizin ardından artık büyümenin eskisi kadar kolay olmayacağının işaretleri alınmış, AB üyesi ülkelerin kendi kaynak kullanımlarının etkinliğinin arttırılması zaruri hale gelmişti. Zaten aşırı likiditenin bolluğunda AB’nin güneyinde yer alan ülkelerin aşırı genişleyici politikaları, başta İtalya olmak üzere kamu ve özel kesim borçluluklarında artışlar Birlik ekonomisinin önemli sorunları olarak görülmekteydi. Ancak herkes dikkatleri İtalya’ya yöneltmişken, 2008-2009 dünya mali krizinin hemen ardından komşumuz Yunanistan çok derin bir borç krizi ile karşı karşıya kalmıştı. Böyle bir krizle baş edebilmek, başta Almaya olmak üzere birçok ülkeye ciddi ekonomik maliyetler yüklemiştir. Ancak çok daha önemlisi Türkiye gibi ekonomik manada sorunlarını tam olarak halledememiş bir ülkenin de birliğe girmesi için AB kamuoyunun olumsuz bir tutum takınmasını körüklemiştir. Hatta o günlerde Yunanistan’ın bile ortak para birimi uygulamasından çıkartılması tartışılmaya başlanmıştı. Ekonomik olarak karşılaştıkları maliyetleri en aza indirmeye çalışırken, Türkiye gibi büyük bir ülkeyi bünyesine alarak genişlemek birçok Batılı devlete mantıklı gelmemiştir. Dahası ekonomik olarak çok maliyetli bir üyelik olarak değerlendirilmiştir. Bu süre zarfında Türkiye ciddi oranlarda büyüyebilmiştir. Özellikle 2003-2007 ve 2010-2015 dönemlerinde ortalama yüzde 7’i aşan oranda ekonomi büyüme performansı göstermiştir. Siyasi sonuçları ne olursa olsun, Türkiye’nin o günlerde AB ile yürütmüş olduğu üyelik müzakerelerinin yarattığı olumlu iklimin etkisiyle önemli miktarda yabancı sermaye akımına maruz kalmasına olanak sağlamıştır.
Fakat bugün olduğu gibi o gün de AKP iktidarı elde ettiği kaynakları bu refahı sürekli kılacak şekilde kullanamadı. Kısa dönemli başarıların cazibesine kapılarak, orta ve uzun dönemde gelen sorunları önceden göremedi.
O günlerde kaynağı ne olursa olsun, Türkiye büyümesini finanse edebileceği kaynaklara ulaşabiliyor ve bu kaynakları da üretimden ziyade tüketimin finansmanında kullanabiliyordu. Artan tüketim ile birlikte iktidarın seçmende daha kolay rıza üretebilmesinin yolu açılıyordu. Üretime dayanmayan, aksine dışarıdan borçlanma yoluyla gerçekleştirilen tüketim ülkemizdeki demokratik haklarda da iyileşmenin kilit unsuruydu. Zira ekonomide işler iyi giderken, kamuoyu üzerinde baskı oluşturmanın bir anlamı yoktu. Vatandaşın ekonomik durumundan memnuniyeti iktidarın dışarıdan müdahalelerde bulunarak rıza üretmesini gereksiz kılmaktaydı. Fakat bugün olduğu gibi o gün de AKP iktidarı elde ettiği kaynakları bu refahı sürekli kılacak şekilde kullanamadı. Kısa dönemli başarıların cazibesine kapılarak, orta ve uzun dönemde gelen sorunları önceden göremedi. Öncelikle iddialı siyasi hedeflere sahip olunması ve bu konuda yapılanlara kamuoyundan ciddi bir itirazın yükselmemesi için ekonomik olarak tüketimin desteklenip, borçlanma imkânları arttırılarak insanların sahip oldukları refahın devamının sağlanması tercih edildi. Hedefler iddialı olunca, harcanan kaynakların boyutu da o derecede yüksek oluyor. 2003 yılından itibaren bu 20 yıllık AKP iktidarı döneminde, yapılan özelleştirmeler, borçlanma ve cari açık finansmanı için kullanılan mali kaynakların miktarı takriben 1 trilyon dolar civarında olduğu söylenebilir. Bu kaynaklar büyük ölçüde tüketimin finansmanı ve belli kesimlerin servet birikimi için kullanılmıştır. Ülkenin borçlanma dışında üreterek döviz kazanmasını sağlayacak alanlarda kullanımından bilinçli olarak kaçınılmıştır. Elbette şimdi bu inkâr edilse de Sayın Cumhurbaşkanının geçmişte yaptığı birçok konuşmada inşaat sektörünün önemsenip, sanayinin küçümsendiğine defalarca şahit olduk. Milenyumun ilk yıllarında ülkemize gelen demokrasi bir bakıma dış dünyada artan likidite koşularının içeride sağladığı ferahlamanın eseriymiş gibi görünmektedir. Bu bakımından o günlerde elde ettiğimiz demokratik haklara aslında borçlanılarak elde edilmiş haklar denilebilir. Yani üreterek kendi kaynaklarını geliştiren ve onun neticesinde elde edilen zenginliklerin yol açtığı haklarmış gibi elde edilememiştir. Kaynaklar kesilince kamuoyunda ortaya çıkan memnuniyetsizliği görünmez kılmak, belki baskılar ve içi boş hamasi söylemlerle siyasi rıza üretmeye çalışılmak kaçınılmaz bir hâl almıştır.
Önümüzdeki seçimleri kazansa bile, eğer kaynak kullanma tercihlerini değiştirmediği sürece AKP iktidarından demokratik herhangi bir açılım beklemek ise abestir.
Bugün ülkede 2000’li yılların başındaki gibi demokrasiden ve kişisel hak ve özgürlüklerin varlığından bahsedilebilir ki? Edilemez tabi. Ama buna rağmen kamuoyunda iktidarın önemli miktarda desteği bulunmakta. Özellikle çok uzun zamandır dozajını artan otoriterleşmeden geniş halk kitlelerinin memnuniyetsizliğinin, bugün bile yeteri kadar görünür olmamasının ardında ya elde edilmiş olan refahı kaybetmemek, ya da hala böyle bir refah ulaşabilme hayali içinde bulunmaktır. Otoriterleşmenin amacı da miktarı giderek azalan kaynakları bu kesimler lehine mobilize etmektir.  Kanımca AKP’nin kamuoyunun belli kesimlerindeki sahip olduğu rızanın kaynağı büyük ölçüde bundan kaynaklanmaktadır.  Demokrasi ve haklar bunların türevidir. Fakat ekonomide işler kötü gidince ve mali kaynaklar sınırlanınca ister istemez iktidar bir tercih yapmak zorunda kalmıştır. Kaynakların kullanımını toplumun geneline değil de iktidarına destek olan kesimler lehine daha seçici kullanma ihtiyacı doğmuştur. Bu da kaçınılmaz olarak yapılan bu kaynak tahsilatlarının doğuracağı itirazların baskılanmasını beraberinde getirecektir. Bu son döneminde AKP iktidarının yapmaya çalıştığı budur. Önümüzdeki seçimleri kazansa bile, eğer kaynak kullanma tercihlerini değiştirmediği sürece AKP iktidarından demokratik herhangi bir açılım beklemek ise abestir. Dahası bir kişi ve bir iktidarın toplumun sadece bir kesimine refah üretmeye çabalamakla kendisinin “devlet” olduğunu iddia edemez. Hatta ülkemizdeki gelir ve zenginlikleri daha adil dağıtmadan demokrasinin inşası mümkün değildir.