En başta işçi kimdir sorusunun yanıtına bakalım. “Başkasının yararına bedenini, kafa gücünü veya el becerisini kullanarak ücretle çalışan kimse...” Tanımdan yola çıkarak irdeleyelim. İşçi; fabrikada, tarlada, madende, kentin sokaklarında, ofiste masa başında kısaca yerin altında ya da yerin üstünde karada, denizde, havada çalışan insandır. İnsan-işçi ne için çalışır?
  • Yaşamını devam ettirebilmek amacıyla gerekli olan geliri elde edebilmek,
  • Kendisinin ve ailesinin temel gereksinimlerini kazanabilmek ve daha iyi yaşam koşullarına kavuşabilmek,
  • Bulunduğu toplumun yaşamında yer sahibi olabilmek,
  • Geleceğini güvence altına alabilmek için çalışır.
İşçi;
  • Çalışırken beden veya kafa gücünü kullanarak iş (mal veya hizmet) üretir.
  • Üretirken, kullandığı gücün adı; EMEK’tir.
  • Emeği ile ürettiği mal veya hizmetin sahibi kendisi değil, iş-i verendir.
  • İşveren (kişi, şirket veya kamu kurumu) işçinin ürettiği ürünü satarak gelir elde eder.
  • İşçi ise üretmek için verdiği emeğin karşılığında bir ücret alır.
  • Aldığı ücretle de yaşamak için gerekli olan mal ve hizmetleri satın alır.
Bu döngüde emeğin değerini işçinin cinsiyeti, kültürel (etnik ve inanç) kimliği, rengi vb kişisel nitelikleri belirlemez. Emeğin değerini işçinin bilgisi, becerisi ve deneyimi, kısacası üretim için verdiği emek belirler. Bu nedenle işçi içinemek,en yüce değerdir. ***** Emeğin değeri, sadece ücret de değildir. İş yeri güvenliği, çalışma koşulları, iş güvencesi, kıdem tazminatı, sosyal sigorta ve emeklilik hakkı, hafta tatili, resmi ve bayram günleri tatili vb hakların bütünü emeğin değerini oluşturur. Emeğin değeri, temel amacı kazanmak, kar etmek ve sermayesini büyütmek olan işverene göre bir maliyettir. İşçi için ise haktır. İşveren, kendi kazancını büyütmek için emeğin değerini küçültmek, işçi ise daha iyi koşullarda yaşayabilmek için emeğinin değerini büyütmek ister. Buradaki temel soru-n, emeğin değerini kimin belirlediğidir. ***** Emek – sermaye arasındaki bu ilişkinin ve çelişkinin yarattığı mücadele insanlık tarihi boyunca yaşanmıştır ve ideolojilerin de temelini oluşturmuştur. Devletin yönetim şekli ve yönetenlerin siyasi duruşu emeğin değerinin belirlenmesinde birinci derecede belirleyici olmuştur ve olmaktadır. Kapitalist-liberal yönetimlerde öncelik işverenden-sermayeden, sol-sosyalist yönetimlerde ise öncelik işçiden-emekten yanadır. Sanayi devrimi sonrasında fabrikalardaki çalışma koşullarının kötülüğü ve zorluğu işçi hakları mücadelesinin de başlamasına neden olmuştur. İşçiler, kanlı ve zorlu uzun bir mücadele dönemi sonunda sendika kurma hakkını kazandılar. Uluslararası Çalışma Örgütünün kurulmasını ve İşçi Hakları Bildirgesinin yayınlanmasını sağladılar. Bu mücadele sürecinde işçi, sınıf kimliğini ve bilincini kazandı ve emek, sermaye karşısındaki mücadelesini sınıfsal temelde örgütlendiği sendikalarda yapmaya başladı. Soğuk savaş yılları (1946 – 1991) sınıf bilincinin ve sendikaların güçlendiği, emek mücadelesinin yükseldiği ve işçi haklarının geliştiği dönemdir. Bu gelişme, toplumun diğer kesimlerini de etkiledi ve insanlarda sınıf kimlikleri (işçi, köylü, çiftçi, memur, esnaf, emekli…) öne çıktı. Bu dönemde, SSCB önderliğinde kurulan Doğu Blok’u ile dünya, sosyalizm ile kapitalizm temelinde iki kutuplu bir konuma geldi ve emek- sermaye (sol-sağ) arasında bir denge oluştu. Ayrıca, Birinci ve İkinci Dünya (paylaşım) savaşı sonrasında yıkılan kentlerin yeniden inşası ve savaş sanayine dönüşen fabrikalarınyeniden üretime dönebilmesi için doğal olarak işçiye ihtiyaç duyulmuş olması da emeğin değerini yükseltti. Emeğin güçlenmesi, emekten yana olan sol siyasetin de güçlenmesini sağladı ve siyaset terazisi, tam anlamıyla olmasa da bir ölçüde dengeye geldi. Bu durum doğal olarak, kapitalizm ve sermaye açısından kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir düzen değildi. Çünkü sermayeye göre emeğin değerinin yükselmesi üretim maliyetini arttırdı ve sermayenin karını azalttı. Bu düzen bozulmalıydı. ***** Kapitalizm, dünyaya çözüm olarak Yeni Dünya Düzeni'ni (YDD) sundu. YDD göre ulaşımın ve iletişim teknolojisinin gelişmesi sonucu dünya küreselleşmiş, globalleşmişti. 1991 yılında SSCB’nin ve Doğu Bloğunun parçalanmasıyla YDD kurulmuş oldu. Artık tek kutuplu dünyanın tek patronu vardı, ABD. Tek patron YDD kurallarını koydu ve konumuzla ilgili olarak; “İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi adına insanlar, inançlarını ve etnik kimliklerini özgürce yaşayabilmeli, örgütlenebilmeli” dedi. Bir de sınırların kalkacağını söyledi. Bu söylemin Türkçesi; “YDD’de insanlar ekonomik ve sosyal sınıf kimlikleri yerine inanç ve etnik kimlikler temelinde yapılanacak.” İşçiler ve sendikalar da… Sermayenin daha çok kazanması için sınıf bilincine ulaşmışve hakkını isteyen örgütlü emek yerine inancı ve etnik kimliğiyle siyasi tavır alan ve “şükreden” işçi yapısı oluşacaktı. Böyle de oldu. Sınırlar da insanlar için değil, tüm dünyayı pazar haline getirmek isteyen uluslararası sermaye için kalktı. ***** Tarih boyunca insan-lar güce sahip olmanın mücadelesini vermiştir. Güçlü olan söz sahibidir, hükmeder, yönetir ve daha iyikoşullar da yaşar. İşçinin gücü, emeğidir. İşverenin gücü ise sermayesidir. Yani gücün değeri, sayısaldır. Emek-sermaye zemininde bu güçler arasında ters orantı vardır. Emekçinin sayısı çoktur, parası yoktur. Sermayenin parası çoktur, sayısı azdır. Emek tek başına ücretini veren sermayenin karşısında güçsüzdür. Sermaye de örgütlenmiş emek karşısında güçsüzdür. Sermaye, YDD yarattığı tek kutuplu dünyada gücünü kullanarak emeğin siyasi alandaki gücünü kırdı ve dünyada egemen oldu. Egemenin ilk işi, emeğin sınıf bilincini yok etmek ve örgütlü yapısını bozmak oldu. Araç olarak da işçi kimliği yerine, inanç ve etnik kimliğini kullandı. Emek dünyası kapitalizmin istediği şekilde ayrıştı, parçalandı ve inanç ve etnik temelde yapılandı, “sendikalaştı.” Tıpkı siyasette olduğu gibi… ***** Bu düzen böyle mi gidecek? Bu sömürü düzeninden çıkabilmek için öncelikle işçinin kimliğini sorgulaması, emeğinin en yüce değer olduğunun farkına varması ve yeniden sınıf bilincini kazanması gerekmektedir. Sınıf bilinci ile hareket eden işçi, toplumun diğer kesimlerini de uyandırır. Toplum, sınıfsal kimliğine sahip çıkarsa, siyasetten sınıfsal ve yaşamsal sorunlarının çözümünü ister. Bu da, demokrasinin temel kurumlarının çalışmasını ve emeğin bu sömürü düzeninden kurtulmasını sağlar. Bu güç mücadelesinde işverene de bir çift sözüm var; İşçi olmadan işveren olunamaz, Emek olmadan üretim yapılamaz. Üretim olmadan da ekonomik kalkınma olamaz, Emek ile sermaye arasında adil paylaşım dengesi kurulamazsa toplumsal barış bozulur, sosyal patlamalar yaşanır. Sözün sonu; Çağdaş ve demokratik bir ülkede barış ve huzur içinde yaşamanın yolu EMEK’ten geçer. Yeter ki, işçi kimliğine ve emeğine sahip çıksın.