Temel Karamollaoğlu’nun anıları üstüne (II)
Politikyol
Temel Karamollaoğlu’nun anıları üstünden Siyasal İslamcılığı ve demokratlığı tartışmaya devam ediyorum. Kadın özgürlüğü, bireyselleşme, faiz, işkence, Madımak, Refah ve Karamollaoğlu’nun demokrat tavrı…
BÜROKRASİDE BİR İNANÇLI MÜSLÜMAN
Tartışmak istediğim bir başka konu da bireyselleşme. Herkesin sevdiği, saygı duyduğu, hatta bağlandığı isimler olabilir. Dediğim gibi, özel hayatında istersen buluta tap. Ama buluta tapmanın senin kişiliğini etkileyen bir tarafı da var. Temel Karamollaoğlu’nun hayatında bu kişi Hoca Efendi diye andığı Mehmet Zahid Kotku. Ne yalan söyleyeyim, ben Kotku’yu tanımam etmem. Hayatımda hiçbir şeyini okumuşluğum yoktur. Ne der ne demez, bilmiyorum. Benim tartışmak istediğim şey, insanların iradelerini teslim ettikleri birilerinin varlığı. Bu Kotku da olabilir, Atatürk de, Stalin de, Marx de, Türkmenbaşı da, Zorba da, karşı komşun da…
Temel Karamollaoğlu da Özallar ya da Erbakan gibi Kotku’nun çevresinde yetişenlerden biri olmuş. Torunlarından birine de Kotku’nun adını vermiş. Kitabın bazı bölümlerinde Kotku ile yaptığı konuşmaları, sorduğu sorulara yanıt alışındaki hislerini anlatıyor. Buraya kadar hiçbir sorun olmadığını söyleyebiliriz ama biraz derinlemesine okuyunca görüyoruz ki Kotku’dan fikir istenmiyor, Kotku “mutlak bilginin” sahibi olduğu için “hakikati” öğrencisine aktarıyor. Kitabın hiçbir kısmında Kotku’nun fikirlerinde bir hata, öngörülerinde isabetsizlik olabileceği düşünülmüyor bile. Karamollaoğlu, İngiltere’de yüksek lisans yapmış bir mühendis. Dil biliyor, dünyayı görmüş, müzik aletleri çalıyor, spor yapıyor, dağcılığı seviyor… Analitik düşünme yetisi olduğu şüphesiz. Ama konu Kotku’ya gelince bir anda başka bir dil tercih ediyor. Kotku’nun bireyselleşmesi onu sevenlerin onun mevcudiyetinde erimesine yol açıyor.
Temel Karamollaoğlu, devlet bürokrasisinde çektiklerinden de uzun uzun yakınıyor. Anıların büyük bölümünü haksızlığa uğradığı bu yıllar dolduruyor. Devlet Planlama’da birbirinden başarılı işler yaparken “takunyalılar” denerek başlarına örülen çorapları anlatıyor. Burada da suçlamalar asla maddi temele dayanmıyor, suçun şahsiliği falan hakgetire. Muğlak bir “takunyalılar” kavramıyla inançlı Müslümanların devlet bürokrasisinde yükselmelerini engellemeye çalışmışlar.
Askeri vesayet günlerinde mütedeyyin kesime çektirilen zulüm üstüne yıllardır yazılıp çiziliyor. Liyakatle bir yere gelenlerin sadece özel hayatlarında inançlarını yaşamak istedikleri için binbir zorluğa maruz kaldıklarını biliyoruz. İşte şu imam-hatip mezunlarını üniversiteye sokmamak için icat edilen katsayı saçmalığının kaldırılışı daha dün. Karamollaoğlu’nun bürokrasideki yaşamı da birçok arkadaşınınki ile beraber bu baskılara direnmeye çalışarak geçmiş. “Kim olduğumu boş ver, yaptığım işle değerlendir beni,” diyen bir anlayışın çok uzağında olduğumuz için Karamollaoğlu’nu da sürekli Müslümanlığı ile yargılamışlar. Oysa, Karamollaoğlu da Türkiye’yi “ağır sanayi hamlesinin” kalkındıracağını düşünüyormuş o zamanlarda. Fabrikalar açılacak, kendine güveni gelen yerli müteşebbis dünya standartlarında üretim yapacak ve ihracat eliyle müreffehleşen bir Türkiye kurulacak. Ama kendilerine muhalefet eden kesim sürekli onların Müslümanlığını gündeme getirmiş.
Tabii diyalektik gene devrede. Erbakan, 73’te Başbakan Yardımcısı olunca “Cumhuriyet’in ilk yıllarının en sembolik binalarından” biri olan, “balolarıyla ve danslarıyla meşhur” Ankara Palas’ı ağır sanayi hamlesinin koordinasyon merkezi haline getirmiş.[123] Çok yoğun bir tempo ve azimle çalıştıklarını söylüyor Karamollaoğlu. Bugünkü Taksim Camii, Rumelihisarı’nın içindeki mescit ya da bütün Anadolu şehirlerindeki statların adının bir dönem Atatürk olması ya da devasa heykeller özünde aynı şey. Sadece tezahürleri farklı.
Bilinç dışında bunu onaylamıyor bence Karamollaoğlu. “Ne gerek var?” gibi bir düşünce içinde sanırım ama çok çalışarak meşruiyet kazanacaklarına inanıyor. Gecesini gündüzüne katıyor. Fabrikalaşma hamlelerini, İstanbul’a teşvik vermediklerini, bu sayede Anadolu’yu kalkındırmaya çalıştıklarını, yaptıkları projeleri anlatıyor. 1976’da Çerkezköy’deki organize sanayi bölgesinin kuruluş hikâyesini aktarıyor. Bunlar çok başarılı, vizyoner işler ve karşılarında sadece “bunlar takunyalı, abdest alıyorlar” diyen bir muhalif ekip var.
FAİZ
Siyasete atıldıkça sorunlar da büyüyor. Hapse girip çıkıyor. Özünde, Müslüman olarak siyasi hayatta var kalabilme mücadelesi. 12 Mart’ta Milli Nizam Partisi’nin kapatılmasını anlatırken, Milli Görüş’ün bütün partilerinin hep aynı gerekçeyle -laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunmak- kapatıldığını hatırlatıyor ve isyan ediyor: “Motor üretmenin, fabrika kurmanın, faize karşı çıkmanın neresi laikliğe aykırıysa artık…”[140]
Buradaki gerekçelerden biri ekonomi alanında. Temel Karamollaoğlu da “faize karşı çıkmak” gerektiğini söylüyor. Pek tabii ki herkes, her siyasi parti faize karşı çıkabilir, bunda bir beis yok ama uluslararası ekonomi sistemine dahil olarak faizden çıkabilmek mümkün olmadığına göre bunun nasıl yapılacağı, hangi araçların kullanılacağı da açıkça ortaya konmalı. Aksi takdirde 2022’de “nass orada” diyerek Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyi nereye getirdiği ortada.
Bir akıl yürütelim. Ne diyor Erbakan ve takipçisi Karamollaoğlu? Fabrika diyor, motor diyor, üretim diyor. Peki, motoru vadeyle sattın ve hammadde alacaksın. Faizsiz mi gerçekleşecek bu işlemler? Nasıl olacak peki? Mümkün mü? Dahası, hakça mı? Faizi kaldırırsanız insanlar enflasyonun altında ezim ezim ezilirler. İşte “katılım bankalarının” durumu ortada. Herkes işin arkasında dolanıldığını biliyor ama herkes sessiz. Gene aklıma Reşat Nuri geliyor, Gizli El’de bir yemek sahnesi vardır. İçki günah mıdır değil midir diye tartışırken bir katresinin günah olduğu söylenince parmağını kadehe daldırıp şarabın bir damlasını dışarı atar. Günah olan katre gittiğine göre artık günah değil, denir ve huzurla içilir. Nasıl oluyor da bu katılım bankalarının kâr payları ile faizler aynı çıkıyor hep? Bankacılık sistemi varken faize karşı olamazsınız. Ya tümden sistemi değiştirecek ve herkese emsal olacak bir model üreteceksiniz ya da bu sistemi en iyi siz uygulayarak paylaşımı elden geldiğince hakkaniyet temelli yapacak ve böylece insanların genel refah seviyesini sürekli yükselmeye çalışacaksınız.
12 EYLÜL’ÜN İŞKENCE ODALARI
12 Eylül’de Milli Görüşçüler de içeri giriyor. Anayasada karşılığı olmayan, ipe sapa gelmez suçlamalarla insanları hapse dolduruyorlar. 12 Eylül cuntasının işkence tezgâhlarından geçirdiği insanları görüyor. Kirazlıdere’den sonra bir anda Kayseri Zincidere’ye gönderiliyor. Gerisi, insanın yüreğini sıkıştıran bir tanıklığa dönüşüyor.
“Zincidere neresi? Kayseri’deki askeri cezaevi. O ana kadar hiç kalmamışız ama namını biliyoruz. Çin işkenceleriyle, Filistin askılarıyla meşhur bir yer. Ama yapacak bir şey yok. (…) Sonra beni bir odaya aldılar (…) Gözlerimiz sürekli bağlı tabii (…) O sırada ikindi ezanı okundu.”
Namaz kılacak bir yer olup olmadığını soruyor ve işkencecisinden izin istiyor.
“Koridorun ucuna doğru bir yere götürdü, orada gözlerimi açtı, namazı kılabilmem için. Bir baktım ki çevreye, aman Yarabbi! Vücuda elektrik vermede kullanılan manyetolu telefonlar, kovalar, sopalar, falakalar, çarmıh denen zincirli askılar… Her şeyiyle belli, bir işkencehane. Ben Filistin askısıyla manyetolu telefon arasında ikindiyi kıldım.”[164-5]
İşkence, dünya genelinde zamanaşımına uğramayan ve bir insana değil, insanlığa karşı işlenmiş kabul edilen bir suç. Karamollaoğlu, o kısacık namaz anında Türkiye’nin üstünden panzer gibi geçen 80 darbesinin fotoğrafını çekmiş aslında. Şükür, bu aletleri onun üstünde denememişler. Karamollaoğlu, bu kitapta sürekli hissediliyor, vicdanlı bir insan. Bazı anlattıklarını katılmıyorum bazılarını sonuna kadar destekliyorum ama Temel Bey insan acılarına duyarsız biri değil.
Orada tanıdığı birinden öğrendiklerini aktarıyor: “Oradakilerin hepsi uzmanlaşmış işkenceler konusunda. Mesela çarmıha geriyorlar. Bizim koğuştakilerin birisi anlatıyordu ‘En fazla 12 cm uzarsın, daha fazla uzamaz. 12’yi geçti mi ölüyor insan.’ Orada işkencede hayatını kaybeden gencecik delikanlılar var. Bir tanesini anlattılar, idama götürecekleri zaman iki rekat namaz kılma izni veriyorlar. Kısa tutuyor namazı, en kısa sureleri okuyor ‘İdamdan korkuyor’ demesinler diye.” Kırp diye kesiyor: “Neyse… Daha fazla girmeyelim bu konuya. Aradan kırk yıl geçmiş. Hâlâ aklına geldikçe içi ürperiyor insanın.”[166-7]
Bence kitabın en yaralayıcı yerlerinden biri buradaki kesişi. Gazeteci araya girmiyor, sadece dinleyip kaydediyor. Temel Bey’in gözüne geliyor o günler, o oda, o insanlar, bitkin, harap, yaralı insanlar, duvarlarda çığlıklar, kullanılmış işkence aletleri, kan kokusu, gülümseyen işkenceci, mesaisi bittikten sonra bir sigara yakacak, belki namaz kılacak o da, eve gidecek, alışveriş yapacak, çocuğuna oyuncak alacak belki, karısına sarılacak, işin yorucu geçtiğini söyleyecek, ay sonuna maaşı denk getirme çabası, kıymadan kısılacak belki, sarmayı bulgurla yapacaklar, oysa ölüm var o odada, giren asla eskisi gibi çıkmayacak, herkes bir insanın kaç santim uzadığının bilgisine sahip orada, başka yerde bilinmez bu bilgi, kurumuş kan, ölüm, kullanılmış işkence aletleri, duvarlarda çığlıklar…
2019’da yıkmışlar Zincirede’yi. “İnsanlık dramının yaşandığı bir yer olduğu için” belki de durması gerekiyordu Temel Karamollaoğlu. Katılmamak elde değil. İşkenceyle, işkenceciyle, işkence emrini verenle, işkenceyi bildiği halde susanla, işkencecilere lojistik başta olmak üzere imkan sağlayanlarla hesaplaşmak gerekiyor. Yaşları kaç olursa olsun. İşte daha geçen sene, toplama kampında gardiyanlık yaptığı ortaya çıkan Bruno Dey’i 93 yaşında mahkemeye çıkardılar Almanya’da. Bir daha olmasın, diyorsak, bir daha kimse gözleri bağlı işkence odalarına girmesin, hatta o işkence odaları hiç olmasın istiyorsak bu geçmişle yüzleşmek zorundayız.
BELEDİYE BAŞKANLIĞI ADAYLIĞI SÜRECİNDE BİR ANEKDOT
Öyle ya da böyle seneler geçiyor. Temel Karamollaoğlu, Sivas Belediye Başkanlığına aday gösteriliyor. Kazanıyor da. Refah Partisi’nin gümbür gümbür geldiğini gösteren bir seçim bu. Sivas Katliamına -bu kitapta kullanılan “… Hadisesi” sözünü ben kabul etmiyorum- gelmeden önce Karamollaoğlu’nun aktardığı bir anekdota bakalım.
Seçim öncesinde esnaf ziyareti yapıyorlar. Bir berbere giriyor. Yanına genç bir kız geliyor. Kadın kuaförüymüş. Aslında Refah’a oy vermek istediğini ama seçimi kazanırsa kadın kuaförlerinin Refah Partisi kadınların süslenmesine karşı olduğu için kapatılacağını duyduğunu söylüyor. Temel Karamollaoğlu öyle bir cevap vermiş ki aklım durdu: “Kocaları için süslendikten sonra kadınların süslenmesinden kime ne?”[174]
Şimdi burada durup biraz düşünmemiz lazım. Bir kere, herhangi bir insan nasıl ve nereden aldığı yetkiyle kadınların kimin için süslenmesinin doğru olup olmadığına karışabilir? Bu nasıl bir söz? Size ne bundan? Siz Müslüman olabilirsiniz, Müslümanlığı kendi anladığınız şekilde yaşamak da isteyebilirsiniz. Ama “kendileri için süslenen kadınlar” vardır ve siz onları toplumdan dışlayan bir dil kullanamazsınız. Karamollaoğlu mealen diyor ki, “kocaları haricinde süslenirlerse bizim ilgi alanımıza girer, gerekirse engelleriz.” Yok ya. Size mi soracak kadınlar kimin için süslenip süslenmeyeceklerini? Allah aşkına Temel Bey, Speakers Corner böyle bir yer miydi?
Hadi bunu o gün söylediniz, bari otuz sene sonra tevil edin. Deyin ki, ben o zaman böyle düşünüyordum, böyle söyledim, şimdi farklı düşünüyorum. Kadınların özgürlüğüne böylesi kelepçeler takmak kimin haddine? Acem’in Arap’a üstünlüğü yok da erkeğin kadına üstünlüğü neden var? Bakın, Kuran’da şöyle yazıyor, böyle yazıyor. Beni hiç ilgilendirmiyor bunlar. Kuran’ın herhangi bir yorumuna göre yaşamak isteyen bir kadın, özel hayatında nasıl istiyorsa öyle yaşar. Beni hiç ilgilendirmez. Bilakis, benim yaşam tarzımı onun kafası kakmaya çalışanlar olursa da onlara karşı çıkarım.
Ama Karamollaoğlu burada baltayı taşa vuruyor. Kadınları böyle gördüğünüz anda işin içinden çıkamayız. İstanbul Sözleşmesi’nden çıktıktan sonra kadın kasaplarının nasıl mutlu olduğunu görmedik mi? Böyle mi sağlanıyor ailenin birliği? 21. yüzyılda artık bu konuları aşmış olmamız gerekiyor: Kadınlar da erkekler de karşı tarafın rızası olduğu müddetçe canları nasıl istiyorsa öyle yaşarlar. Kimseye hesap vermezler. Aşık olurlar, evlenirler, boşanırlar, flörte çıkarlar, sadece sevişmek için biriyle görüşürler vs. Türkiye, anayasa ile yönetilen bir ülke. Kuran’ın kadın yorumu, ancak inananları bağlar. Anayasada yer almayan muhayyel maddelere referans vererek kadınların özgürlüğüne müdahale etmek de ne Karamollaoğlu’na yakışır ne de “güzel ahlak” olarak nitelendirdikleri İslam’a. Eğer bu yolda ısrar edilirse, teknoloji ve bilişim çağında, bu Müslümanlık anlayışından herkes kaçar gider, gençler deizm başta olmak üzere alternatif arayışlara yönelir.
Temel özgürlükleri sağlamadıktan sonra belediye başkanı olarak bir şehre ne kadar hizmet ederseniz edin, pek bir şey ifade etmiyor. “Takunyalı” diye Devlet Planlama’dan dışlanan insanlar, kadınların kimin için süslenceklerinin polisliğine nasıl soyunurlar? Ne farkı var bunun? İlkelerimiz ne oldu peki? İktidara göre mi konumlandırcağız kendimizi? “Komşun açken tok yatma” nasihatlarıyla büyüyen insanlar nasıl olur da benim düşüncemi dayatmam meşrudur ama bana kimse dokunmasın diyebilir?
İlerleyen sayfalarda, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerine hazırlanırken mini etekli kadınlara da broşür dağıttığını hatırlatırken şöyle diyor: “RP’li denince başörtülü, çarşaflı hanımlar akla geliyordu, toplumda böyle bir önyargı vardı.”[202]
Bu önyargı, biraz da az önce aktardığım söylemlerden kaynaklanmıyor mu?
SİVAS KATLİAMI
Gelelim, Temel Karamollaoğlu’nın Belediye Başkanlığı sürecinin en trajik olayı olan Sivas Katliamına. Karamollaoğlu’nun bu konuda daha önce bazı mülakatlarını izlemiştim. Burada bazı somut bilgiler veriyor.
1993, Türkiye’nin en karanlık senelerinden biri. Temel Karamollaoğlu da Sivas Belediye Başkanı. Aziz Nesin ise o günlerde Şeytan Ayetleri’nden parçalar çevirip köşesinde yayımlıyor.
Bir, daha önce bir gün süren etkinlik, ilk kez “Pir Sultan Abdal Haftası Etkinlikleri” adıyla bir hafta olarak ilan edilmiş. İki, yine ilk kez Pir Sultan’ın doğduğu yer olan Banaz’dan Sivas Merkez’e alınmış. Üç, bir hafta önce İzmir Kemalpaşa’ya gittiğinde Aziz Nesin’i “iki otobüs çevik kuvvet artı bir manga da asker” koruyormuş. Alevi-Sünni meselesine çok daha duyarlı olan Sivas’a geldiğinde Nesin’e koruma verilmemiş. Dört, istihbarat müdürü valiye bir gün önce gidip, bir olay olursa müdahale edecek güçleri olmadığını çünkü çevik kuvvetin üçte ikisinin başka yerlere gönderildiğini söylemiş. Beş, ilk görevine atanan deneyimsiz vali, aynı zamanda da Erdal İnönü’nün danışmalı olan Ahmet Karabilgin önemsemiyor, “bir şey olmaz,” diyor. Altı, aynı gün Sivas’ta askerin yemin töreni olduğu için kent dışından sayısız insan gelmiş. Yedi, “tam da o günlerde ilginç bir şey daha oldu, Sivas sokaklarında ‘Aczimendi’ denen insanlar türemeye başladı.” Sekiz, yangından sonra vali hemen defin işlemlerinin başlamasını söylemiş. Karamollaoğlu otopsi yapılmadan olmaz deyince vazgeçilmiş. Dokuz, perşembe günü Kültür Bakanı Fikri Sağlar, Karamollaoğlu’nun haberi olmadan bir heykel diktirmiş Sivas’a. Halk o heykele de tepki gösteriyor. Kaldırın, ortalık yatışsın, diyor Karamollaoğlu. “Sessiz sedasız gözden uzaklaştırmaları gerekirken araçla Cumhuriyet Meydanı’na getiriyorlar.” Karamollaoğlu, “Sakın yapmayın, sakın heykeli otelin önüne getirmeyin,” dese de heykelin otelin önüne getiriliyor. Kitle daha da galeyana geliyor. On, cuma namazı esnasında otelde davul-zurna çalındığına dair bir dedikodu yayılmış halk arasında. On bir, Sivas’taki tugay komutanı yıllar sonra bu olayın kendisinin ilerdeki genelkurmay başkanlığını engellemek için yapıldığını söylemiş.
Temel Karamollaoğlu’nun halkı sakin olmaya çağıran açıklamaları ortada. “Hadiselerin kötü yönde gelişmesini önlemek için olağanüstü çaba sarf ettim ama başarılı olamadım,” deyip ekliyor: “Burada otuz beş kişinin hayatını kaybetmiş olmasından dolayı çok üzüntü duyuyorum. Özellikle buradan mutazarrır olan ailelerin de acılarını paylaşıyorum.”[193]
Katliamın arkasındaki güçlerin bugüne kadar açığa çıkarılmış olmamasından da şikayetçi Karamollaoğlu. Katliamın şartlarının oluşmasında saydığı unsurları çok önemsiyorum. Umarım bu çağrısının lokomotifliğini kendisi yapar ve burada maddeler halinde sıraladığım unsurlara dair bildiği her şeyi tek tek açıklar.
BİTİRİRKEN
Temel Karamollaoğlu’nun anılarının ilerleyen bölümleri Tayyip Erdoğan’la tanışıklık, Refah Partisi, 28 Şubat ve Saadet Partisi Genel başkanlığı dönemini kapsıyor. Burada nelerin yaşandığını, parti içindeki hizipleşmeyi anlatıyor Karamollaoğlu. Erdoğan’ın muhtemelen 90’ların başında kendisini Erbakan’dan ayrı düşündüğünü iddia ediyor. Ama ben bu yazıda daha çok Temel Karamollaoğlu üstünden İslamcı siyaset zihniyetini tartışmak istediğim için o konulara değinmeyeceğim.
Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçtiğimizden beri gördük ki, Temel Karamollaoğlu birçok mevkiyi, unvanı ve teklifi ilkelerinden taviz vermemek için elinin tersiyle itti. Şahsi ikbalin peşinden koşsaydı, bugün kuşkusuz devlet protokolünün en ön sıralarında olurdu. Temel Karamollaoğlu’nun takındığı ahlaki tavrı destekleyenlerin sayısı bugün partisinin oy oranından katbekat yüksek.
İslamcı siyaset tabii ki Temel Karamollaoğlu ya da Saadet Partisi ile sınırlı değil. Onların içinde de çeşitli fraksiyonlar var. Ama ben bu makalede Son Tanık kitabının bana düşündüklerini etraflıca tartışmak istedim.
Temel Karamollaoğlu’nun Türkiye’nin siyasi tarihinde çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Liderlik hayali kuran Türkiye, puansız Karadağ'a takıldı