Yalnızca iktidara karşı değil, Batı’nın iktidarla girdiği kirli pazarlıklara karşı da mücadele vermek, iktidarı da Batı’yı da “tanımak” zorundayız. Bu tanıma, AB ilkelerini reddetmek değil, “Batı’ya rağmen Batı” diyerek ülkemizde egemen kılabilmek demektir.“Batı’yı da Doğu’yu da tanımıyoruz, ama en çok da kendimizi tanımıyoruz” demişti Cemil Meriç. Gerçekten de öyle. Toplumumuzun en karakteristik özelliklerinden biri de kendisine sahip olmadığı her olumlu özelliği atfetmektir. Örneğin, toplumumuz hem her türlü farklılığa tahammülsüz olup hem de “hoşgörü medeniyeti” edebiyatı yapar her zaman. Aslında yapılan, kendi değer yargılarını dünyanın merkezinde konumlandırıp, her bireyin o yörünge etrafında dönmesini istemektir. Dolayısıyla bu, hoşgörünün asgari koşulu olan farklılıklara saygıyı dahi içinde barındırmadığı için hoşgörü değil, hoşgörü kılıfına sarılmış tahakkümdür. Ancak bu durum, sadece toplumsal yaşamımıza ait bir yanılgı değil. Öyle görünüyor ki bu eksiklik siyasal hayatımıza da sirayet etmiş durumda. Mesela bir grup, Batı’dan Türkiye’ye demokrasiyi “armut piş, ağzıma düş” şeklinde getirmesini bekleyerek bir “bedava binici sorunu”na (free rider problem) sebep oluyor. Yani özgürlüğün pahalı olduğu dönemde bedel ödemek istemezken, ucuz olduğu dönemde ücretsiz binmek ve hunharca kullanmak istiyor. Ancak özgürlük ve demokrasi, bedeli ağır olduğu günlerde de canhıraş savunulmalıdır. Çünkü tarihsel olarak demokrasinin özgül ağırlığı ve ahlaki üstünlüğü insanlara er ya da geç ama mutlaka tarih önünde haklı çıkacakları bir konfor alanı da sağlar. Ayrıca birilerinin demokrasi beklediği oryantalizm bataklığından sıyrılamayan, “Demokrasi, İngilizce konuşan milletlerin rejimidir” diyecek kadar eurosentrik bir dünya yorumu olan Batı’nın, mevcut iktidarla özellikle Suriyeli sığınmacılar üzerinden girdiği kirli pazarlıklara da kör-sağır-dilsiz olanlar var. Çünkü bu düşüncedekiler ömürlerini, Türkiye’nin Doğu komşularına öz-oryantalist bir bakışla nefret kusmakla, onları “barbar” görmekle geçirmiş ve gereksiz bir Batı idealizminden beslenmişlerdir. Dolayısıyla o toplumların geri kalmışlıklarında Batı’nın emperyalist cebrinin rolünü idrak edemedikleri gibi, bir de bu emperyalist cebri meşrulaştıran, o bölgeleri işgal için propaganda aracı yaptığı “Doğu’nun barbarlığı” gibi tezlerin arkasına sığınmış durumdadırlar. Aslında bu zihniyettekilere en iyi cevabı veren Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz idi: “Afgan mülteciler Avrupa'ya değil, Türkiye'ye ya da komşu ülkelere gitsin.” Çünkü Kurz’a göre, Türkiye her açıdan bu “barbarlar”ın yaşamına en uygun olan “kullanışlı bir yarı-medeni öteki”dir.[1] Yine Merkel, benzer bir düşünceyle bir yandan “Türkiye, Suriyeli sığınmacıları kabul ederek olağanüstü bir iş yapıyor” derken, öbür taraftan aynı konuşmasında Türkiye’nin AB üyeliğini ufukta görmediğini söylemiştir. Çünkü Türkiye, AB’ye girecek kadar “medeni” değil, ama AB’nin onunla kirli pazarlıklara girebileceği kadar “olağanüstü kullanışlı”dır, bu anlayışa göre... Dolayısıyla muhalefetin Suriyeli sığınmacılarla ilgili olası iktidarı döneminde Avrupa’yı eşit bir sorumluluk ve fedakarlık üstlenmeye zorlayacaklarını yüksek tondan ilan ettiği ve anketlerde de önde göründüğü bir dönemde bütün diplomatik teamüllerin aksine, en son verilmesi gereken tepkiyi en önce veren mevcut iktidara, bu tepkinin ardından çok sıkıştığı bir anda Batı tarafından geri adım atması için alan açılması bir diplomatik “iyi niyet” midir? Yoksa Türkiye’deki müesses nizamın devamını kendi çıkarlarına uygun görmesinden midir? Bu spekülatif soruya elbette benim de bir cevabım var, ancak bundan bağımsız olarak söylenmesi gereken, kendi göbeğimizi kendimizin kesmesi gerektiğidir. Yalnızca iktidara karşı değil, Batı’nın bu iktidarla girdiği kirli pazarlıklara karşı da mücadele vermek ve iktidarı da Batı’yı da “tanımak” zorundayız. Bu “tanıma”, Avrupa Birliği’nin temelinde olan ilkeleri reddetmek demek değildir. Bu ilkeleri, Tarık Zafer Tunaya’nın Atatürk’e atıfla ifade ettiği şekliyle, “Batı’ya rağmen Batı” diyerek ülkemizde egemen kılabilmek demektir. Dolayısıyla bu yolla, hem Türkiye’nin bir “yarı-medeni” devlet olmadığını gösterirken hem de demokrasinin yalnızca “İngilizce (Almanca-Fransızca vs.) konuşan milletlerin rejimi” olmadığını ikinci kez dünyaya ilan ederek yarı-çevre ve çevre ülkelerde demokratikleşme hikayesi yazmak isteyen toplumlara da yeniden umut ışığı olabiliriz. --- [1] “Kullanışlı yarı-medeni öteki” ifadesi meslektaşım Kemal Büyükyüksel’e aittir.
Tanımıyoruz…
Politikyol
Yorumlar
Popüler Haberler
Deniz Zeyrek, Sözcü gazetesinden ayrıldı
MHP'li vekillerin istifa gerekçesine PolitikYol ulaştı: VIP altın kaçakçılığı
Yasadışı bahis soruşturmasında yeni dalga: 7 fenomene yakalama kararı
Sivas’ta dershane bulunan binada yangın: Bir öğretmen öldü
Selçuk Üniversitesi, mutluluğun formülünü aramayı bıraktı
Liderlik hayali kuran Türkiye, puansız Karadağ'a takıldı