Geçmişte bir araya gelmeyecek partilerin işbirliği önemli bir adım, ciddi halk desteğini de arkasına almış durumda ve oy oranları artıyor. Ama neden henüz o kadar da yürekleri hoplatmıyor? Neden henüz “Voltran oluşturmuş” gözükmüyor? Malum süreli dergilerin üzerinde, “haftalık”, “aylık”, “yılda dört kez çıkar” gibi hangi sıklıkla yayınlandığını belirten ibareler olur. Şimdi çevrimiçi “basının” gelişmesiyle azalıyor ama hâlâ kullanılıyor. Kürt meselesi üzerine araştırmalarım sırasında adını şu an anımsamadığım (sanırım 1960'lardandı, yani bugüne göre görece çok daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasanın olduğu yıllardan) sol-Kürt tandanslı bir derginin üzerindeki nükteli ve iğneli bir açıklamanın beni hem gülümsettiğini hem de düşündürdüğünü hatırlıyorum: “fırsat buldukça çıkar”. Yani yönetenler ve adalet dağıtmakla yükümlü olanlar uygun gördükçe ve izin verdikçe.. Demokrasimizin AK Parti öncesini de kapsayan iki yüz yıllık “tam zamanlı demokrasi” olamama durumunu herhalde bundan daha iyi bir örnek açıklayamaz. Fırsat buldukça ve birileri izin verdikçe yararlanabildiğimiz, güvenebildiğimiz, keyfini çıkarabildiğimiz bir demokrasi ve hukuk. Bazı dönemlerin oldukça uzun ve oldukça geniş kesimleri kapsamış olması sorunun özünü değiştirmiyor. Birileri “izin verdikçe” veya herkese değil sadece birilerinin makbul gördüğü belli kesimlere uygulandıkça demokrasinin de hukukun da tam olduğunu söylememiz mümkün değil. Elbette AKP döneminde inşa edilen ve bugün birilerinin tahkim etmek için beyhude bir çaba içerisinde olduğu otoriterliğin önemli ve vahim farkları var. Siyasal İslamcılığın rolü.. Sinsi Cumhuriyet karşıtlığı..  Açıktan açığa bir darbeyle filan değil seçimle gelmiş olması ve demokrasinin altını “sivil” hükümetler ve ortaklar eliyle kademeli olarak oyması.. Hakikat-ötesi ve kutuplaştırıcı siyaset yöntemlerini profesyonelce kullanarak gelişmiş olması.. Bunların sonucunda ciddi anlamda bir alışkanlık ve akıl tutulması yaratmış olması.. Kuvvetler ayrılığı, kanun devleti, bağımsız bürokrasi ve serbest seçimlerin bu derece devreden çıkmış olması.. Bunlar önemli nitelik ve nicelik farkları. Akademik ve analitik açıdan da önemli. Ama pratikte sonuç değişmiyor. Eskisi de tam demokrasi değildi, şimdiki de değil. Peki muhalefetin son dönemki işbirliği ve çabaları Türkiye’ye tam zamanlı demokrasiyi getirebilir mi? Muhalefetin uzlaşı kültürünü geliştirmek ve demokratik sistemi yeniden inşa etmek için çok önemli çabaları var. Geçmişte “bir araya gelmeyecek” partilerin ve siyasal kimliklerin işbirliği tek başına önemli bir adım ve pratik. Ciddi halk desteğini de arkasına almış durumda, oy oranları artıyor. Ama neden henüz o kadar da yürekleri hoplatmıyor? Geçen yazımda Selahattin Demirtaş’ın bir yazısından alıntıladığım ifadeyle, neden henüz “Voltran oluşturmuş” gözükmüyor? Tabii bunun bir çok nedeni var.. İktidarın medya tahakkümü, demokratik erozyon, insanlarda ekonomik buhranın ve geçmiş hayal kırıklıklarının yarattığı bitkinlik.. Ama bu yazıda iki etkenin altını çizmek istiyorum:
  • “Yeni bir şeyler söylenmediği algısı”.
  • Muhalefetin pozisyonunu ve vaatlerini hikâyeleştirememesi
Yeni Şeyler Söylemek Yeni şeylerden ne kastediyoruz? Başlıklar düzleminde, ve en önemlisi de Türkiye’de demokrasisinin şu ana kadarki tüm denemelerinde motor yakıp yoğun bakıma alınmak zorunda kaldığı:
  • (en azından 1980’ler sonrası hastalık) yönetenler tarafından soyulmak
  • geçmişe tarih olarak, toplumsal çeşitliliğeyse gerçeklik ve zenginlik olarak bakamayan milliyetçilik/yurtseverlik
  • birbirinden korkan dindarlık ve laiklik; ve bu korkunun siyaseten istismarı
  • halk için halka rağmen anlayışı
  • kutuplaştırıcı siyaset
  • ve tabii Kürt meselesi
gibi temel meseleler konularda yeni bir şeyler söylüyor mu söylemiyor mu? Aslında, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, bir siyaset bilimci gözüyle bakınca Leviathan-Devlet’in bir Zebellah-Devlet’e dönüşmesini engelleyecek denge ve denetleme mekanizmalarını içeriyor. Bu denge ve denetleme mekanizmaları devletin yönetenlerce bir soygun mekanizmasına dönüştürülememesinin ve dolayısıyla periyodik ekonomik krizlere mahkûm olmamamızın da kurumsal güvenceleri. Ama sonuçta her şeyin insanda bittiğini de biliyoruz. Bu tür denge ve denetleme mekanizmaları, hukuk, özgürlüklere saygı, kurumsallaşma, liyakat ve adalet ilk defa vaat edilmiyor. Halk bu sefer olacağına neden inanmalı? Örneğin yolsuzluklara ve soygun aracına dönüşen devlete karşı: Mesele yönetenin dindarlığında değil insanlığında; biz belediyelerde sergilediğimiz şeffaflık, Siyasal Etik Kanunu ve Aile Destek Sigortası (= milli gelirden halka anayasal güvence altında gelir) ile çözüm olacağız demek yeni bir şey. Örneğin Kürt meselesinde, “mecliste Kürtlerin meşru temsilcileriyle çözüm ve Orta Doğu Barış Konferansı” bence önemli, yeni ve potansiyeli olan bir yaklaşım. Ama bu konunun mecliste tartışıl(ama)dığı dönemler de gördü Türkiye. O zaman kamuoyunda “mecliste ne konuşacaksınız, uzlaşabileceğiniz şeyler var mı?” sorusu da akılları kurcalayacaktır. Dolayısıyla Türkiye genelinde üzerinde uzlaşma bulunan, (kanımca ortak yaşamın teminatı olan ortak dil Türkçeyi herkesin öğrenmesi ihtiyacını da vurgulayarak) anadilde eğitim ve güçlendirilmiş yerel yönetimlere dair söylenecek yeni şeyler olmalı. Tabii bu konuda yeni şeyler söylemesi gereken sadece Millet İttifakı ve 6’lı Masa değil. HDP için de geçerli. Örneğin dananın kuyruğunun koptuğu nokta ama Kürtlerin de bir gerçeği olan PKK ile ilişkiler konusunda yeni ve geleceğe yönelik bir şey söylemesi gerekiyor. Bilemem ama böyle çetrefilli bir konuda yeni ve Türkiye’yi uzlaştırabilecek bir söylem yaratabilecek bir aktör olarak Selahattin Demirtaş’ı belki de birileri tam da bu nedenle cezaevinde tutuyor. YENİ SİYASETİN HİKÂYESİNİ KURMAK Şunu gene baştan söyleyelim. Yolsuzluklarda, yoksullaşmada ve başka nice konuda muhalefet doğruları söylüyor. Verilerle de destekliyor. Etkili değil demek de, son dönemdeki oy hareketlerinin gösterdiği üzere büyük haksızlık olur. “Ama nasıl oluyor da (özellikle iktidar tabanında) daha da etkili olmuyor?” sorusu da ister istemez gündeme geliyor. Siyasal davranış ve psikoloji ile ilgili bildiğimiz önemli bir kural şu. Kişiler mevcut ve yerleşmiş kanaatlerine temelden aykırı olgulara inanmak istemiyor. Bunun yerine bu verileri geçersiz kılan (ve tabii inandıkları siyasetçe kendilerine sunulan) açıklamalara (anlatılara) meylediyor, imkânı varsa da bu olgulara yer veren bilgi kaynaklarını takip etmiyor. Çünkü geçmiş inanç ve davranışları sarsan yeni verilere inanmak kendi öz imajlarını sarsıyor. Kendisinin özünde kötü olmadığı ve iyi niyetli olduğuna inanmak insani ve yaşamsal bir içgüdü. Bu meseleye dair iki örnek verilebilir. İktidarı desteklemiş kesimlerde kemikleşmiş çok temel bir kanaat var: AKP iktidarı altında “2002-2017 veya 2002-2020” arasında yaşam standartlarımızda büyük artış oldu. Muhalefetin verilerle ortaya koyduğu yanlış (ve birçoğu erken dönemlere dayanan) ekonomi politikaları ve yoksullaşma işte bu kanaate temelden aykırı. Muhalefetin söylediklerine inanmak kişinin “ben bir sanrı görmüşüm” demesini gerektiriyor. Aslında yaşam standardındaki artışı rakamlar da destekliyor. Sorun bu artışın nasıl gerçekleştirildiği ve maliyetinde.
Şunu anlatmak gerekiyor: Tüketim olanaklarımızda artış olmuştu. Bize bunun AKP’nin doğru politikalarıyla gerçekleştiği anlatıldı. Oysa işin aslı başkaydı. Cumhuriyet döneminin en büyük borçlanması. Kamunun varının yoğunun özelleştirilmesi…
Bu direnç ancak bir hikâyeyle aşılabilir. Şunun gibi: Şu şu yıllar arasında tüketim olanaklarımızda büyük artış oldu.. Bize bu artışın AKP’nin yolsuzlukları kesmesi ve doğru politikalarıyla gerçekleştiği anlatıldı.. Birçoğumuz da haklı olarak inandık.. Oysa işin aslı başkaydı... Cumhuriyet döneminin en büyük borçlanması.. Kamunun varının yoğunun özelleştirilmesi, haraç mezat satılması.. Yolsuzlukların kurumsallaşması.. Yaşam standartlarında iyileşme üreterek değil geleceğimizden çalarak oldu.. Sürdürülemezdi.. Yalan söylendi.. Şimdi değirmenin suyu bitince de müthiş servet aktarımı yapılıyor.. Ama şimdi biz “yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara” doğru yoldan çözüm olacağız. Keza yolsuzlukları ifşa ve “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz” demenin bir kesimde birçok savunma mekanizmasını tetiklemesi beklenebilir. Yolzuzluk eskiden de yok muydu? İktidarı yeni ellere teslim edersek bu sefer de onların çalmayacağından nasıl emin olacağız? AKP’ye şöyle veya böyle destek vermiş milyonlar da eşkıya tanımına dâhil mi? “Ben, ak saçlı annem ve babam eşkıyaya mı destek vermişiz yani?.. bize iyi niyetli, dürüst insanlar olmadığımızı mı söylüyorsunuz?” diyenlere nasıl bir yanıt var? Aman milyarlık gayrımeşru ihalelerle zenginleşenlerden.. üç-beş maaşlı “bürokratlardan”.. bilerek, isteyerek ve aksi gösterilebilecek şekidle gerçekleri çarpıtmak yoluyla adaletsizliklerin üstüne kapatan medya silahşörlerinden vs. bahsettiğim zannedilmesin. Onlar elbette yargıda ve/veya siyaseten (itibar ve makam kaybı) hesabını verecek.. Bir kısmı da maalesef her dönemde güce yaranma ve zeytinyağı gibi üste çıkma “becerisini” gösterecek. Görece samimi duygularla AKP’ye ve Cumhur İttifakı’na inanmış seçmenlerden bahsediyorum. Onların da duygu dünyasına ulaşacak hikâye iki öge içermek zorunda:
  • Yalan söylendi. O dönemde sorumlu olan gerçekleri bilmeden iktidarın söylemlerine inananlar değil. Yalan söyleyen iktidar.
  • Bizim de hatalarımız oldu.
Son tahlilde inandırıcılık konusunda muhalefetin en büyük avantajı bu sefer bu vaatleri tek bir parti veya liderin değil 6 partinin birden veriyor olması. Muhalefetin yönettiği belediyelerin olumlu uygulamaları. İş ideoloji değil hak ve adalet olduğunda herkesin hukukuna sahip çıkma becerisini göstermesi ihtimali. Çünkü eylemler her zaman sözlerden daha görünür ve inanılırdır.