Ramzy Baroud[1] Trump dönemi, İsrail'in Filistin işgaline adil bir çözümü baltalamak açısından korkunç bir darbe vursa da Biden'in politikaları, Trump'tan onlarca yıl önce başlayan İsrail yanlısı Amerikan mirasının devamından başka bir şey değil. ABD Başkanı Joe Biden'in İsrail ve Filistin'e yaptığı son ziyaretinin, uykuya yatmış "barış sürecini" harekete geçirme açısından bir "fiyasko" olarak değerlendirilmesi sadece yanlış bir adlandırmadan ibarettir. Bu ifadenin doğru olması için, Washington'un İsrail hükümeti ile Filistin liderliği arasında müzakerelerin yeniden başlaması için baskı kurma yönündeki hükmi bir arzuyu dile getirmesi gerekirdi. Siyasi ve diplomatik alanda söylenen basmakalıp sözler bir yana mevcut Amerikan yönetimi, Biden'ın söz ve eylemlerinde de görüldüğü gibi, bunun tam tersini yaptı. ABD'nin iki devletli çözüm taahhüdünün “değişmediği” iddiasında bulunan Biden, müzakereler için “zeminin olgunlaşmadığını” ilan ederek yönetiminin böyle bir hedefe ulaşmaya çalışma gibi bir derdinin olmadığını da ortaya koymuş oldu. Mahmud Abbas'ın Filistin Yönetimi'nin görüşmelere yeniden başlamaya hazır olduğunu defalarca ilan ettiği değerlendirildiğinde, barış görüşmelerinin askıya alınmasına neden olan şeyin İsrail'in uzlaşmaz tutumu olduğu varsayılabilir. Gerçekten de, İsrail'in üst düzey liderlerinden veya büyük partilerinden hiçbiri, müzakereleri veya “barış süreci”ni stratejik bir hedef olarak müdafaa etmedi. Ancak tek suçlu İsrail değil. Amerikalılar da icat ettikleri ve on yıllardır sürdürülen bu siyasi sahtekarlıktan tamamen uzaklaştıklarını açıkça belirttiler. Aslında, "müzakere çözümü" tabutuna son çiviyi, İsrail'in her iddiasını destekleyen ve böylece Filistinlilerin tüm haklı taleplerinden uzaklaşan Donald Trump Yönetimi çaktı. Biden Yönetimi, Filistinliler, Araplar ve Demokrat Parti içindeki ilerici sesler tarafından, Trump'ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşımak, Doğu Kudüs’teki ABD konsolosluğunu kapatmak, işgal altındaki Filistin toprakları üzerine inşa edilen yasadışı Yahudi yerleşimleri üzerindeki yargı yetkisine ilişkin temelsiz İsrail iddialarını tanımak gibi İsrail lehine yaptığı hasmane hamleleri düzeltmek için harekete geçmemek türünden birtakım ithamlara maruz kalıyor. Biden Yönetimi'nin, Trump'ın hukuk dışı icraatlarından bazılarını veya tamamını telafi edebileceği varsayılsa bile, bu daha büyük resim içerisinde ne işe yarar ki? Washington, İsrail'in en büyük foncusu ve destekçisiydi hâlâ da öyle. İsrail’in Filistin'deki askeri işgalini, yalnızca İsrail'in Demir Kubbesi için ayrılan ve giderek büyüyen devasa bir bütçenin de içinde olduğu birçok başka plana ek olarak, yıllık 4 milyar dolarlık bir bağışla finanse etti ve hâlâ da ediyor. Trump dönemi, İsrail'in Filistin işgaline adil bir çözümü baltalamak açısından korkunç bir darbe vursa da Biden'in politikaları, Trump'tan onlarca yıl önce başlayan İsrail yanlısı Amerikan mirasının devamından başka bir şey değil. İsrail'e gelince, 'barış süreci' amacına hizmet etti ve bu durum aslında bize, işgal altındaki Batı Şeria'da Yesha olarak bilinen Yahudi yerleşim konseyinin CEO'sunun 2018'de yaptığı meşhur açıklamayı izah ediyor aslında: Kazandığımızı söyleyerek böbürlenmek istemiyorum. (…) Başkaları, bizim kazandığımızı söylerdi.” Bununla birlikte, otuz yıllık sahte bir “barış süreci”nin ardından İsrail'in sözde “zaferi” yalnızca Trump'ın hesabına yazılamaz. Biden ve diğer üst düzey ABD yetkilileri de oldukça kullanışlı oldular. ABD'li politikacıların, örneğin, Washington DC'deki nüfuzlu İsrail yanlısı lobiyi memnun etme ihtiyacı gibi, onların İsrail'i sırf çıkarları için destekledikleri şeklinde bir düşünüş hâkim olsa da, Biden'ın İsrail'e verdiği desteğin ideolojik bir temelden kaynaklandığı görülmektedir. ABD Başkanı, 13 Temmuz'da İsrail'in Ben Gurion havaalanına vardığında, ünlü "Siyonist olmak için Yahudi olmanıza gerek yok" ifadesini tekrarlarken pek de utangaç değildi. Sonuç olarak, Filistinli yetkililerin ABD ve Biden'a 55 yıllık Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze işgalini sona erdirmesi için Tel Aviv'e baskı yapmaya çağırdığını duymak kafa karıştırıcı görünebilir.
Filistinlilerin ihtiyaç duydukları şey "barış süreci"ne yeni ve "güçlü" bir destekçi bulmak değil, Filistin halkının kendi enerjilerini harekete geçiren, yurtta başlayan bir özgürlük ve kurtuluş için halk temelli bir mücadele vermektir.
Örneğin Arap Birliği'ndeki Filistin temsilcisi Mohannad al-Aklouk, ABD'nin "İsrail üzerinde pratik baskı uygulamasını", “barış sürecinin adil bir destekçisi olarak rolünü yerine getirmesini” ve "uluslararası hukuka dayalı adil bir siyasi süreç için zemin hazırlamasını" bekleyen aynı klişe ve gerçekçi olmayan dili tekrarladı.. Garip bir şekilde, Bay al-Aklouk, İsrail yanlısı önyargı konusundaki tuhaf siciliyle Washington'un Filistinlilerin kurtarıcısı olabileceğine gerçekten inanıyor. Bir başka Filistinli yetkili The New Arab adlı süreli yayına verdiği demeçte Filistin Özerk Yönetim Başkanı Abbas'ın "Biden'ın ziyaretinin sonuçlarından hayal kırıklığına uğradığını" ve görünüşe göre Filistin liderinin "ABD Başkanının barış sürecinde ilerleme kaydetmesini beklediğini" söyledi. Aynı kaynak, Abbas yönetiminin, bir zamanlar ABD desteğinde yürütülen müzakerelerin sponsoru olarak ABD'nin yerini almak üzere “güçlü ülkelerden” temsilcilerle toplantılar düzenlediğini söylemeye devam etti. Abbas'ın siyasi duruşu kafa karıştırıcı. "Barış süreci" ne de olsa bir Amerikan icadıdır. İsrail'in önceliklerinin Orta Doğu'ya ilişkin Amerikan dış politikasının tam merkezinde kalmasını sağlamak için formüle edilmiş benzersiz, kendi kendini meşrulaştıran bir diplomasi tarzıydı. Filistin örneğinde, "barış süreci" meşru Filistin taleplerini aşağılarken veya tamamen bir kenara bırakırken, yalnızca İsrail'in Filistin'i sömürgeleştirmesine hizmet etti. Bu “süreç” aynı zamanda uluslararası hukuku, İsrail'in Filistin'i işgaline siyasi ve yasal bir referans çerçevesi geliştirmek ve onu marjinalleştirmek amacıyla inşa edildi. Tüm 'barış süreci'ni sorgulamak ve Filistinlilerin hakları pahasına Amerikan hayallerinin peşinden gitmenin meydana getirdiği stratejik tahribat için özür dilemek yerine, ABD, İsrail ile birlikte kendi siyasi saçmalıklarını terk etmiş olmalarına rağmen, Filistin Özerk Yönetimi hâlâ umutsuzca aynı eski fanteziye tutunuyor. Çin, Rusya veya Hindistan 'barış sürecinin' yeni destekçileri olmayı kabul etse bile, Tel Aviv'in sömürge hedeflerine tam Amerikan desteğiyle ulaşabildiği zaman, müzakerelere girmesi için hiçbir neden yok. Ayrıca, bu ülkelerin hiçbiri şu anda İsrail üzerinde fazla bir güce sahip değil, bu nedenle Tel Aviv'e uluslararası hukuka saygı duyması için herhangi bir anlamlı baskı yapamıyor. Yine de Filistin Yönetimi hâlâ ayakta, çünkü “barış süreci”, büyük ölçüde 1993'teki Oslo Anlaşmalarından sonra formüle edilse de küçük ama güçlü bir Filistinli grubuna fonlar, güç ve prestij noktasında büyük ölçüde katkı sağladı. Filistinlilerin Biden Yönetimi'ne veya başka herhangi bir yönetime siyasi anlamda yatırım yapmayı bırakmalarının zamanı geldi. Filistinlilerin ihtiyaç duydukları şey "barış süreci"ne yeni ve "güçlü" bir destekçi bulmak değil, Filistin halkının kendi enerjilerini harekete geçiren, yurtta başlayan bir özgürlük ve kurtuluş için halk temelli bir mücadele vermektir. Ne yazık ki, bu yeni paradigma, Filistin liderliğinin öncelikleri ile Washington ve onun Batılı müttefiklerinin sadakaları ve siyasi onayları üzerinden inşa edildiğinde hayata geçirilemez. [1] Ramzy Baroud, The Palestine Chronicle gazetesinin editörü ve gazetecidir. Beş kitabın yazarıdır. En son kitabı These Chains Will Be Broken: Palestinian Stories of Struggle and Defiance in Israeli Prisons (Clarity Press, Atlanta) adlı eseridir. Dr. Baroud, İstanbul Zaim Üniversitesi (İZÜ), İslam ve Küresel İlişkiler Merkezi’nde (CIGA) ikameti olmayan kıdemli araştırma görevlisi sıfatıyla çalışmaktadır. Websitesi için bkz.: www.ramzybaroud.net