“Bir Hristiyan nasıl bir Müslüman şeyhe intisap eder?” veya “Bir Hristiyan Müslüman bir şeyhin yanında nasıl böyle bir huzur ve huşu duyabilir?” diye soranlar mutlaka çıkacaktır. Sofi Huri Hanım bunu şöyle açıklıyor…
Bir süredir yeniden yüksek lisans öğrencisiyim. Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı üzerine bir tez hazırlıyorum. Yazdığım tezin merkezinde son derece ilginç bir kadın var; Sofi Huri.
Sofi Huri, Türkiye’nin çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli yapısının bir temsilcisi gibi âdeta. Beni özellikle üzerinde çalışmaya, düşünmeye ve araştırmaya iten yönü de bu oldu. Ancak maalesef bazı isimler zamanın hırçınlığının kurbanı oluyor; hatırlanmıyor, hatırlatılmıyor. Bu yüzden bu hafta sizinle Sofi Huri Hanım’ın hayat öyküsünü paylaşmak istiyorum. Belki benim gibi onunla ilgilenmek ve onun hikayesinin peşine düşmek isteyen başkaları da olur.
HALEPLİ ARAP KIZI
1897 yılında Halep’te bir Ortodoks Arap papazın kızı olarak dünyaya gelen Sofi Huri doğduğu şehrin kozmopolit yapısını küçüklüğünden beri tecrübe ettiğinden “öteki” diye bir mevhumla büyümez. Çevresinde Hristiyanlar kadar, Müslümanlar da vardır. Babasının Mevlevî dostlarını çocukluğunun ilk anılarında dahi hatırlar.
Orta ve lise eğitimini Antep Amerikan Koleji’nde tamamladıktan sonra, Cambridge Üniversitesi’nde edebiyat okur. 1923 senesinde ülkeye döner ve Bible House’ta çalışmaya başlar. Burada ikinci müdürlüğe kadar yükselir. Bu görevini 1970’te emekli olana kadar sürdürecektir.
Sofi Huri, Halepli Ortodoks Arap bir papazın kızı olarak dünyaya geldi. Çevresinde Hristiyanlar kadar, Müslümanlar da vardı. Çalışkan, üretken bir kadındı. Türk – İslam eserlerini İngilizceye çevirdi.
Sofi Huri çok fazla çalışan, çok üreten ve çok yazan bir kadındır. Redhouse sözlüğünün editörlüğünü üstlenir. Ayrıca Türk ve İslâm edebiyatının önemli eserlerini birbiri ardına İngilizceye çevirir. Bunların en önemlilerinden birisi kuşkusuz
Leyla ve Mecnun’dur. Bir başka önemli çevirisi de Muhammed İkbal’in
İslâm’da Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü olmuştur.
1932 yılında yeniden bir süreliğine İngiltere’ye gider ve burada felsefe ve ilâhiyat alanlarında araştırmalar yapar. O, kuşkusuz bir din adamı olan babasının etkisiyle dâimî bir hakîkat arayışındadır. Nereye gitse, ne işle uğraşsa o arayışın meftunu olmuştur âdeta.
MacCALLUM, GANDHI VE HARRIS
Sofi Huri, 1932’de gittiği Birmingham’da “babasından sonra ona istikamet veren ilk kişi” olarak nitelendirdiği hocası Doktor Frederic MacCallum ile çalışır. Onun örnekliği kendisi üzerinde büyük bir tesir yaratmıştır. Sofi Hanım için MacCallum âdeta bir “aziz”dir.
Bu dönemde Sofi Huri’nin dünyaya bakışında etkili olan bir diğer isim ise Mahatma Gandhi olmuştur. Araştırma yaptığı kolejde bir konferans verdiğinde Gandhi’yi canlı olarak da dinleme fırsatı bulmuştur. Sofi Huri Gandhi hakkındaki izlenimlerini şöyle ifade etmektedir:
“Bir buçuk saat süren konferans müddetince gözümü zekâ ateşi saçan o gözlerden ayıramadım. O zaman uğrunda çalıştığı davayı anlatırken sonra da bir sual yağmuruna tarihî ve hukukî müeyyidelerle cevap verirken o kudretli şahsiyetin tesirine kendimi bırakmış, sanki kelimelerini birer birer benliğimde temessül ettiriyordum. Şimdi aradan otuz sene geçtiği hâlde o günün hâtırası çok canlı bir tablo gibi gözümün önündedir.”[1]
İlâhiyatçı ve oryantalist Dr. Randel Harris de yine onun düşün dünyasını etkileyen bir isim olarak karşımıza çıkar. Sofi Huri Harris’in hem bilgi birikimine hem de dindarlığına hayranlık duyar. Hatta onu sık sık ziyaret eder. Yaptığı bu ziyaretlerle ilgili şu satırları yazmıştır:
“Dizinin dibinde saatlerle oturup gözlerinden ve bütün benliğinden intişar eden şuaların güneşi içinde ısındım ve ruhundan ruhuma damla damla akan ilâhî aşkta kuvvet buldum.”[2]
O MÜRŞİD: KENAN RİFÂÎ
Sofi Huri’nin bu mistik arayışı sürerken, bir yandan da hayat akmaktadır. Bu süreçte İstanbul’da bir Yunanla evlenmiş ve iki çocuk sahibi olmuştur. 1940’lı yılların sonuna gelindiğinde onu belki şimdiye kadar etkisinde kaldığı herkesten daha fazla etkileyecek ve bundan sonraki hayatını bütünüyle değiştirecek bir isimle tanışır: Kenan Rifâî.
Kenan Rifâî, Selanik’te doğup büyümüş, ilk dinî telkinlerini annesi Hatice Cenan Hanım’dan almıştır. Hem dinî ve ilâhî alandaki yetkinliği hem de döneminin siyâsi ve toplumsal cereyanlarına dair olan bilgisiyle kelimenin tam anlamıyla bir Osmanlı aydını ve mütefekkiridir. Çocuk yaşlarından itibaren mânevî eğitimini annesinin yanı sıra çeşitli hocalardan almıştır. Öte yandan, Galatasaray Lisesi’ni tamamlamış ve sonra hukuk fakültesini bitirmiştir. Yıllarca Osmanlı coğrafyasında birçok yere giderek, devlet bürokrasisinde çeşitli görevlerde bulunmuştur.
Ancak Kenan Rifâî uzaktan bakıldığında her ne kadar tipik bir Osmanlı aydını portresi çizse de, aslında nev’i şahsına münhasır bir örnektir. Nitekim kendisi hem Türk tasavvuf tarihi hem de Türk toplumsal tarihi açısından çok ilginç bir figürdür. Hatta kimi çevrelerce “modern şeyh” olarak da adlandırılmaktadır. Kuşkusuz o, klasik tipte bir şeyhliği ne kendisine atfetmiş, ne de başkalarının bu türlü bir sıfatı ona atfetmesine müsâade etmiştir. Cumhuriyet devrimiyle tekke ve zâviyelere dair yasaklara riâyet etmiş, cüppe giymeyi bir kenara bırakmış, rejimle siyaseten hiçbir çatışmaya girmemiştir. Zaten yakından tanıyanlar anılarında onun gündelik particilik türünden meselelerle ilgilenmediğini de belirtiyorlar. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte tasavvuf hayatımızda önemli bir isim olan Kenan Rifâî’yle ilgili okumak isteyenlere Sâmiha Ayverdi, Safiye Erol, Nezihe Araz ve Sofi Huri tarafından hazırlanmış olan
Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabını öneririm. Kendisi hakkında doğrudan öğrencilerinin yazdığı çok kıymetli bir belgedir.
Demin bahsettiğim üzere, Kenan Rıfâi bilindik tipte bir şeyh değildir. Ancak hayatına dair okuduğumuzda şunu çok net anlayabiliyoruz ki, onun verdiği manevî destek toplumun bir kesimi tarafından ciddi ölçüde teveccüh görmüş olacak ki, ülkenin ileri gelen çevreleriyle hep dirsek temasında olmuştur. Bunu sadece iyi eğitim almış olmasıyla ve şehirli kalburüstü bir aileden gelmesiyle açıklamak mümkün değil. Hiç şüphe yok ki, insanlara kazandırdığı ruhsal ve îtikadî katkı muazzamdır. Bu yönüyle aslında ülkemizdeki çağdaş İslâm anlayışının da güzel bir örneğini oluşturmaktadır.
Bir papazın kızı olan Sofi Huri, Müslüman mütefekkir Kenan Rifai’den nasıl etkilendiğini şöyle açıklıyor: “Kendisinden işittiğim, hiçbir şeyde İseviyetle ve Kitab-ı Mukaddes öğretisinden bildiklerimle tenakuz eden bir şeye rast gelmedim.”
Yeniden konumuza dönersek, Sofi Huri, Kenan Rifâî’yle tanıştıktan sonra onun verdiği derslerden çok faydalanmıştır. Fakat bir sene sonra hocası vefat etmiştir. Sofi Huri onu ilk gördüğünden beri “Ahd-i Atik peygamberlerine”
[3] benzetir. Onunla ilgili şöyle yazmaktadır:
“...Nâfiz nazarlarında en küçük yanlışı gören, insan ruhunu okuyan heybetle beraber aynı mecradan fışkıran ikiz kaynaklar gibi durmadan akan müsamaha ve şefkat şelalesi vardı. O huzurda heybetin kuşattığı sonsuz bir mahviyet, nihayetsiz bir tevazu buldum. Onun muhitinde edep, saygı ve sevgi hüküm sürüyordu.”[4]
“Bir Hristiyan nasıl bir Müslüman şeyhe intisap eder?” veya “Bir Hristiyan Müslüman bir şeyhin yanında nasıl böyle bir huzur ve huşu duyabilir?” diye soranlar mutlaka çıkacaktır. Kendisi de bunu şöyle açıklıyor:
“Kendisinden işittiğim, mensuplarından dinlediğim ve sohbetlerinde okuduğum hiçbir şeyde İseviyetle ve Kitab-ı Mukaddes öğretisinden bildiklerimle tenakuz eden bir şeye rast gelmedim.”[5]
Sofi Huri’nin o sohbetlerde kendisini yabancı hissetmiyor olmasının sebebini büyük ölçüde Kenan Rifâî’nin tavrında aramak gerekir. Onun söylemlerinin bir ortak tevhid anlayışını ihtivâ ettiği ve farklı düşünce ve hayat tarzlarından gelenleri de hoş görme eğiliminde olduğu şüphesizdir.
Sofi Huri Hanım kısacak bir sürede, Kenan Rifâî’yi o kadar çok sevmiş ve benimsemiştir ki 1955 yılında Hollanda’da Kraliçe Beatrice’e onunla ilgili uzun bir konuşma dahi yapmıştır. Hatta bu konuşmadan sonra Kraliçe ile özel bir dostlukları oluşacaktır.
TÂC-I SER: SÂMİHA
Demin bahsettiğim üzere, Kenan Rifâî, 1950’de vefat ettikten sonra, onun bir nevi “halefi” diyebileceğimiz Sâmiha Ayverdi, Sofi Huri’nin hayatında çok daha merkezî bir yere yerleşir. Sofi Huri, 1970’lerde Atina’ya taşınana kadar çok yakın iki dost olarak hayatlarını sürdürürler. Atina’ya yerleştikten sonra Sofi Huri Hanım, “tâc-ı serim” diye hitap ettiği Sâmiha Ayverdi’ye birçok mektup yazmıştır. Bu mektuplarında da hem İstanbul’a duyduğu özlem, hem de dostlarına duyduğu sevgi ve hasret derinden hissedilmektedir. Aralık 1975 tarihli mektubunda Ayverdi’ye şöyle yazmaktadır:
“..Ben, şekerim bilhassa son gün ve haftalarda hasret-zebunluktan çok muztarip oldum. Demek ki ‘ayrılık’ alışılır nesnelerden değilmiş. Geceleri uyanıp saatlerce seninle hasbihal ediyorum ve seni daima sıhhat ve afiyet üzerine bulundurmasını Cenâb-ı Haktan diliyorum.”[6]
Sofi Huri hanımın ülkesine ve arkadaşlarına duyduğu bu hasret ölene kadar sürer. 1983 yılında 86 yaşında Atina’da hayata gözlerini yumar. Sâmiha Ayverdi bu ölümden hemen haberdar olamaz. O dönemin şartlarında iletişimin kolay kurulamaması birçok engellere sebebiyet vermiştir. Ben de çalışmayı yaparken büyük ölçüde Sâmiha Ayverdi’nin torununun kızı olan Sâmiha Uluant Ataman’ın Sofi Huri’nin hayatına dair yaptığı araştırmalardan faydalandım. Ancak maalesef Sofi Hanım’ın ailesine hâlâ ulaşılamıyor. Çocuklarının vefat ettiği biliniyor. Torunlarına ulaşmak mümkün olabilir mi bilmiyorum. Her ne kadar Ataman kitabında Sofi Huri için “Belki de gizli kalmak istiyordur” demesine rağmen bir şekilde acaba ulaşılabilir mi diye içim içimi yiyor. Belki bir şekilde bir ipucuna ulaşırım, kim bilir.
Olmasa bile şurası açık ki, tüm ömrünü bir hakîkat arayışında geçirmiş ve bu topraklara hasret olarak göçüp gitmiş Sofi Huri’nin hâtırası hâlâ onun dostlarının torunlarında ebedî bir şekilde yaşıyor. Zaten en güzel istirahatgâh sevdiklerimizin gönülleri değil midir?
---
[1] Sâmiha Uluant Ataman,
Sâmiha Ayverdi- Mektuplar-5 (Sofi Huri-Safiye Erol-Nezihe Araz), Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2016, 13.
[2] age, 14.
[3]age, 15.
[4] age, 16.
[5] ay.
[6] age, 23.