Bir yerin bozulmamışlığıyla turizmin yozlaştırıcı etkisi çarpıştığında kazanan mutlaka turizm olur. O zaman benim gittiğim de köy değil, turistlere gösterilen köyümsü bir turistik etkinlik demektir ki bir replika görmek için bu kadar yol katetmeye değmez. Beni bir görseniz aman nasıl rahatım, sanki her kahvaltıda bunları yiyorum. Bunlar dediğim de papaya, guava, kırmızı muz, pomelo, hindistancevizi, yanında karpuz suyu, karışık meyve suyu… Çaktırmayın, bazı meyveleri bırakın daha önce yememiş olmayı, adlarını bile ilk defa duydum: fil elması denen “wood apple”, Türkçesi dahi olmayan “egg fruit” ve “ugurassa”… Bu fil elması çok ilginç bir meyve, dışındaki kabuğu ezkaza başınızla çarpışsa ona hiçbir şeycikler olmaz ama siz başınızı bir daha bulabilir misiniz hiç emin değilim. Bulamaç gibi olan meyvesinin mayhoş lezzeti görüntüsünden daha güzel, gene de suyunun kendinden daha lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Neyse, kahvaltıdan sonra artık yola dökülme vakti. İlk durağım, özellikle öğretim kenti olmasıyla bilinen Kurunegala. Öğretim döneminin sonunda bile öğrenciler ve öğretmenler burada bir araya gelip çeşitli özel dersler yapar, kamplar düzenlerlermiş. Kurunegala, hepsi ayrı birer hayvanı andıran -fil, haşere, yılanbalığı, kaplumbağa, keçi- beş tepe arasında eski bir krallık. Nilüferlerle dolu pek latife Rantaliya gölünün arkasında, fil tepesinin üstünde beyaz bir Buda heykeli göze çarpıyor. Etraftaki diğer şeylerse krallık döneminden yadigâr. Buranın matrak bir hikâyesi var, anlatayım: Vaktin biri, Kral, halkını burada toplamış, gidip de bir kayanın ucunda tahtına kurulmuş. Ama halk artık ne olduysa, tahtını çekip Kral’ı tepeden göle yuvarlamış. Tabii koca Kral, göle boş düşmemiş, altın kalkanıyla birlikte suyun dibini boylamış. Rivayete göre, bu gölün derinliklerinde bir altın kalkan var ve her kim ki onu çıkarmaya çalışır bedelini canıyla ödermiş. İnanmayan dolunayda göle baksınmış, kanıt da oradaymış. Neyse, altın gölde kalsın biz yolumuza devam edelim çünkü bugün üretimin hâlâ geleneksel yöntemlerle yapıldığı bir Sri Lanka köyüne gidiyorum. Kimbissa’ya gelip arabadan inince bir “turistik paket” satın alıyor ve böylece köyün yolunu tutuyorsunuz. İyi de, bir yerin bozulmamışlığıyla turizmin yozlaştırıcı etkisi çarpıştığında kazanan mutlaka turizm olur. O zaman benim gittiğim de köy değil, turistlere gösterilen köyümsü bir turistik etkinlik demektir ki bir replika görmek için bu kadar yol katetmeye değmez. Ama artık buraya kadar gelmişken bu kadar düşünmeye gerek yok, zaten kendimi bir anda öküzün çektiği bir arabanın arkasında buldum. Al sana, yepyeni bir sorun: Üretim ilişkileri bozulmayan bir yere gitmek istiyorsun ama hayvanlara da eziyet edilmesin. Bu ikisinin aynı anda olması mümkün değildir. En basiti “çiftlik” kelimesi, adı üstünde iki çift öküzün sürdüğü toprak demek, bu da öküzlerin bağlanıp bir arabaya koşulması anlamına geliyor. E ben de bir manada çiftlik görmeye gidiyorum ama öküzler de özgür olsun istiyorum -bu da antagonist bir çelişki sayılabilir mi acaba?
Üretim ilişkileri bozulmayan bir yere gitmek istiyorsun ama hayvanlara da eziyet edilmesin. Bu ikisinin aynı anda olması mümkün değildir.  En basiti “çiftlik” kelimesi, adı üstünde iki çift öküzün sürdüğü toprak demek, bu da öküzlerin bağlanıp bir arabaya koşulması anlamına geliyor.
Bu işi elektrikli araçlar yapsa daha mı iyi olur, bir yanım evet diyor, diğer yanım asla. Öküz önde biz arkada ağır aksak ilerliyoruz, yalınayak başı kabak arabacı da elinde çubuk garibim hayvanı dürtüklüyor sürekli, her dürtüşünde veya sırtına vuruşunda asabı bozuluyor insanın ama tabiata bu gözle bakmanın da sonu yok, işin içinden ben çıkamadım, çıkabilen varsa buyursun. Bir on dakika kadar öküz arabasında gittikten sonra sıra bu kez bir kayığa bindik. Pek tabii ki motoru olmayan, kayıkçının kürekle çektiği bir kayıkla, nilüfer yaprakları ve lotus çiçekleri arasından süzülerek ilerledik. Meğer bu kayıkçının hoş bir sürprizi varmış. Ansızın bir lotus yaprağından şapka yapıp kafama takmasın mı?! Sonra lotus tomurcuklarını açarak bir de buket, adamda marifetin bini bir para. Kendim olarak bindiğim kayıktan Peter Pan olarak karaya çıktım. Kıyıda bizi bir köylü kadın karşıladı, yemek yiyeceğiz. Ama ortada yemek falan yok, beraber yapacağız. Malzememiz, hindistancevizi; geleneksel bir çiftçi yemeği yiyeceğiz. Cevizi kırdı, suyunu içtik, sonra rendeledik, derken mıncıklayarak hindistancevizi sütü yaptık, daha neler neler… Bu esnada bana ağaçtan ekşi, sarı bir meyve kopardı: “kone”. Birden fark ettim ki, kadının evi de üst katta, ama üst kat dediğime bakıp da ortada bina var sanmayın, ağaçevden bahsediyorum. Eğer ağacın tepesinde yaşamazlarsa hayvanlar saldırabilirmiş çünkü. Geleneksel yemek için sofra hazırlandı: Ayrı kaplar içinde göl balığı, mercimek yemeği-dhal- , muz çiçeği, hepsinin ortak adı “köri” olan pilav üstüne konup yenebilecek çeşitli eşlikçiler… Bu arada, ocak falan da yok, elektrik şu bu hakgetire; tezgâhın orada ateş yanan bir düzenek var, boruyla üflüyorsunuz… Yemeği yiyeceğiz ama tabak da yok, lotus yaprağı var. Ben kendimi ateş yakamaz sanırdım, benim de hiç aşağı kalır yanım yokmuş. Siz beni esas kalın bir çubukla pirinç döverken görecektiniz… Her şey iyi güzel ama zurnanın zırt dediği yere geldik: Çatal-bıçak da yok! Rehber dedi ki, “ben zaten elimle yiyorum”, e ama ben kaldım açıkta, derken çatal-bıçak bulundu, meğer köylü kadının stepnesinde varmış, verdi bana yemeği yedim. Geldik gene başladığımız yere, başıma çok büyük bir iş gelmediği müddetçe ben elimle pilav yemem ama orada çatalın ne işi var? Turizm yozlaştırır. Bereket, kadın köylü kurnazı değil iyiniyetli biri çıktı. Yemek bitti, yandaki ağaçtan birer muz yedik tatlı niyetine. Bir de pirinç ayıkladık, eledik, sonra da kol gücüyle çevrilen değirmende un yaptık. Yetmedi, hindistancevizi yaprağını önümde şak diye örüvererek bir küçük kilim meydana getirdi. Gözyaşlarıyla değil ama “Ayubowan!” diyerek vedalaştık. Köy, bizim yemek yediğimiz evin hemen arkasındaymış. Burası da köyün gerçek bir parçası, ama aynı zamanda turist ağırlanan resepsiyon bölümü. En son Tuktuk geldi, bizi alıp arabaya götürdü. Bu Tuktuklar dağ bayır demeden ülkenin her yerinde gittiği için çok popülermiş. Şayet bir köylünün bir traktörü bir de tuktuku varsa, durumu iyi kabul ediliyormuş. Bu göl, endemik kuşlarıyla da meşhurmuş; ben geçerken içlerinden biri bir kayalığın üstünden güneşin tadını çıkararak kuruyordu. Ben kendimi ateş yakamaz sanırdım, benim de hiç aşağı kalır yanım yokmuş. Siz beni esas kalın bir çubukla pirinç döverken görecektiniz…