Özellikle son yıllarla altyapı yatırımları üzerinden beş iş insanı eliyle sağlanmaya çalışılan sermaye birikimi aşağıya yukarı benzer koşullarda bugün de uygulamaya konmuş; ama bugünün dünya koşullarında sürdürülebilirliği zorlaşmıştır. AKP, iktidarının ancak yirminci yılında “yerli ve milli” bir iktisat modeli uygulamayı akıl edebildi. Bu model tercihinin ekonominin sıkıntıya düştüğü bir dönemde akıllara gelmesi, bu niyeti ciddi bir samimiyet şüphesiyle karşı karşıya bırakıyor; ama olsun. Belki de, bir vakitler rahmetli Süleyman Demirel’in dediği gibi, “… Bazen neyin olacağını anlamak için, önce neyin olamayacağını görmek lazım”. İktidar artık neyin olamayacağını görerek, bunca yıl inşaat-ticaret-hizmetler gibi yerel iktisadi faaliyetlerle yürüttüğü büyüme politikalarını terk edip, küresel değerlerle uyumlu, ülkenin döviz kazanma ve döviz cinsinden borçlanma kapasitesini arttıracak sanayileşmeye öncelik vermesi, geç gelen, ama desteklenmesi gereken bir tercih olacaktır. Ancak yaşanan gelişmeler durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Anlaşılan siyasi iktidarın “yerli ve milli” ekonomiden anladığı ile bizlerin, artık “ortodoks” kalan beklentileri arasında ciddi farklar oluştu. İktidara göre yerel pazarlara hizmet veren ve bu amaçla döviz tüketen iktisadi faaliyetlere dayanan bir politika hâlâ “yerli ve milli” olarak niteleniyor. Küresel değerlere göre, küresel ihtiyaçları karşılamak için yapılan iktisadi faaliyetler, yeterli düzeyde “yerli ve milli” görülmemekte sanki. Siyasi pragmatizmle öne çıkarılan sanayi faaliyetler, iktidarın ihracat ve döviz kazançlarına artan ihtiyacı nedeniyle mecbur kalınılan faaliyetler. Ama hâlâ ekonominin can noktasını yine inşaat-hizmet- ticaret gibi, yerel ihtiyaçlara hizmet edecek iktisadi faaliyetler oluşturmaktadır. Dahası sanayinin kazanacağı dövize, bu sektörlerin ihtiyaçlarını karşılamak için gerek duyulmaktadır. Para politikasından, maliye politikasına neredeyse her kamu politika uygulamalarının bu anlayışı destekleyecek şekilde yapıldığı görülmektedir. İktidar, bu sektörel tercihlerinden samimi bir şekilde vazgeçmiş değildir. Hâlâ ülkedeki sermayeyi “beşli çete” diye adlandırılan iş insanları ve çevresi ile kontrol edebileceğini düşünmektedir.  Ancak böyle bir kontrol, başka kesimlere ve sermaye gruplarına duyulan ihtiyaçlardan dolayı bir türlü sağlanamamaktadır. Bunun temel nedeni ise, bu beş iş insanı ve çevresindeki grupların sermaye büyüklüğü bakımından tüm ekonomiyi kontrol edebilecek boyuta gelememiş olmalarıdır. İktidarın dayanmaya başladığı sermaye gruplarının büyüklüğü ne yerel düzeyde, ne de uluslararası düzeyde diğer sermaye grupları ile rekabet edebilecek boyutlara ulaşamamıştır. Bu iş insanların faaliyet gösterdikleri alanlarda, piyasalarda devlet müdahalesi olmadan diğer sermaye grupları ile rekabet etmelerine hâlâ izin verilmemekte; bu nedenle devlet müdahalelerine bağımlılıkları devam etmektedir. Bırakın küresel düzeyde söz söyleyen bir aktör olmayı, yerel düzeyde iş yapabilmeleri bile devletin kendi lehlerine yapacakları ayrımcılıkla mümkün olabilmektedir. Peki, iktidar ve beraberindeki namı değer “beşli iş insanları” bu sorunu aşabilirler mi? Öncelikle sermayelerini rekabet edecek boyuta getirebilirler mi? Ardından sermaye bakımından böyle bir boyuta eriştikten sonra, mevcut kurumsal yapı içinde, Türkiye ekonomisinde tüm sermayenin kontrol edilebilmesi sağlanabilir mi? Türkiye ekonomisinde bu sorular ilk kez sorulmuyor. Geçmişte de iktidarlar kendi kontrollerinde sermaye grupları yaratmaya çabaladılar. Ancak bu sermaye gruplarının zaman içinde dönüşümünü sağlamada başarılı olamadılar. Belli iktisadi faaliyetler üzerinden oluşturulan sermaye birikimi, başka bir safhaya geçemedi. Genelde kolay yoldan, ticaret ve inşaat üzerinden birikimi sağlanan sermayenin ticari niteliği, siyasi ve ekonomik sebeplerden ötürü, “sanayi sermayeye” dönüştürülemedi. Tıpkı bugün olduğu gibi. Türkiye ekonomisinin gelişim sürecinde, sermaye açısından ilk ciddi dönüşüm ihtiyacı 1950’lerde ortaya çıktı.  Maalesef Türkiye yetmiş yıldır ağırlıklı olarak o dönemin siyasi süreci ve siyasi sonuçlarını tartıştı. Türkiye’nin kalkınma sürecindeki o dönemin önemi üzerinde çok fazla durulamadı. Kanımca siyasi olduğu kadar, iktisadi olarak ortaya koyduklarıyla da bu dönem önemlidir.
Genelde kolay yoldan, ticaret ve inşaat üzerinden birikimi sağlanan sermayenin ticari niteliği, siyasi ve ekonomik sebeplerden ötürü, “sanayi sermayeye” dönüştürülemedi.
Demokrat Partili 1950’ler ülke ekonomisi için “ticari sermayenin” geliştiği ve birikiminin sağlandığı yıllardır. Daha çok kırsal ve kentsel kalkınmanın aracı olarak yapılan kamu yatırımları ve değişen dış ticaret rejimi nedeniyle artan ticari faaliyetler ticari sermaye birikimine yol açmıştır. Kamuya taahhüt işi yapan birçok müteahhit 1950’lerin sonuna gelince belli bir sermaye büyüklüğüne ulaşmıştı bile. Demokrat Parti’nin iktidara gelirken elinde bulduğu rezervler, dünya ekonomisinin onlara sunduğu mali imkânlar ve tabi NATO üyeliğinin sağladığı savunma amaçlı mali yardımlar önemli bir kalkınma hamlesinin finansmanına kaynak oluşturmuştur.  Dikkat edilirse, kullanılan bu kaynaklar dışarıdan elde edilen yardımlar ve kolay borçlanma imkânlarından oluşmaktadır. Sanayi faaliyetlerin sınırlı olması da, sanayi mallarda ister istemez ülkenin dışa bağımlılığına neden olmuştur. Bugünlere ne kadar benziyor, değil mi? Uluslararası konjonktür 1950’lerin ortasından itibaren değişmeye başladı. Belli bir olgunluğa erişmiş “yerli ve milli ticari sermayenin” ihtiyaç duyduğu düzeydeki iktisadi faaliyetler artık yapılamaz hale geldi. Ekonomi döviz eksikliğinden dolayı tıkandı. Ülkenin giderek azalan döviz rezervleri yurt için ticaretin azalmasına, kamu yatırım harcamalarının düşmesine neden oldu.  Artan ekonomik sıkıntılar, bugünlerde olduğu gibi o günlerde de, iş insanları ile devlet adamı ve bürokratlar arasındaki gayr-i ahlaki ilişkilerin daha görünür hale gelmesine yol açtı. Bu noktadan sonra bazı iş insanları sermaye birikim süreçlerinin sürdürülebilirliğini sağlamak için ticaretten sanayiye, tüccarlıktan da sanayiciliğe niyetlendi. Türkiye’de bu dönem özel sektör eliyle sanayileşme çabalarının başladığı yıllardır. Sanayicilik ticaret gibi değildir. Daha çok risk almanızı, daha uzun dönemli planlama yapmanızı gerekli kılar. Sermayenizi bir kere bir işe yatırdıktan sonra, koşullar tersine döndüğünde kolay kolay ve olduğu gibi geri alamazsınız. O yüzden uzun dönemde süreklilik arz eden, daha istikrarlı ekonomik koşullara ihtiyaç duyarsınız.
Bugünün dünyasında sermayenin döviz kaynaklarını tüketen değil, aksine üreten iktisadi faaliyetlere girmesi ve birikimini bu faaliyetler üzerinden yapması zaruridir. Siyaset bir kez daha bu dönüşümün önünde engeldir.
Ama çok daha önemlisi, ekonomide siyasi olarak yapılacak kaynak tahsislerinde sanayinin ve sanayicilerin öne çıkartılması, siyasi kararların onların lehine ve onları teşvik edici nitelikte alınması gerekmektedir. Ekonominin yapısı ile birlikte siyasetin kurumsal yapısının da, sanayi sermayesinin ihtiyaçlarına göre tekrar organize edilmesi gerekmektedir. Yani lafın kısası, sermayenin “ticaretten” “sanayiye” dönüşümünü kolaylaştıracak kurumsal düzenlemelerin yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak 1950’lerin sonunda ülke siyasetinin içinde bulunduğu rekabet ortamı, bu ihtiyaçların net bir şekilde görülebilmesini engellemiş, siyaset ekonominin önüne geçmiştir. İktidar ticari sermaye yanındaki pozisyonunu terk edememiş, siyasi varlığını onlarla yaptığı ittifaklarla sürdürmeye çalışmıştır. Oysa ticari sermaye ne niteliği itibariyle, ne de büyüklüğü bakımından o günlerdeki ekonominin sorunsuz yönetimine olanak sağlayamamaktadır. Dolayısıyla bilinçli veya bilinçsiz yapılan bu tercih, ülke siyasetinde de dönüşümün önünü tıkamıştır. Kamuoyunun bir kısmı tarafından benimsenen siyasi söylemlerin yol açtığı siyasi destek gerçek iktisadi sorunların çözümü için yeterli olmamıştır. İktidar yapacağı kurumsal dönüşümle, değiştireceği ekonomik önceliklerle, ticari sermayenin sanayi sermayesine dönüşümünün önünü “sivil bir inisiyatif” geliştirerek açamamıştır. Bu dönüşümün önü daha sonraki yıllarda, maalesef dışsal bir müdahale ile açılabilmiştir. Günümüzde AKP iktidarının benimsediği sermaye birikim modeli 1950’lerdeki modelle benzerlikler gösteriyor. Özellikle son yıllarla altyapı yatırımları üzerinden beş iş insanı eliyle sağlanmaya çalışılan sermaye birikimi aşağıya yukarı benzer koşullarda bugün de uygulamaya konmuş; ama bugünün dünya koşullarında sürdürülebilirliği zorlaşmıştır. Önceleri bu birikim modeli, aynı 1950’lerde olduğu gibi, halkın refaha ulaşımını sağlayacak temel alanlarda harcamalar yaparak popülizm yapılabilmesine olanak sağlamış, iktidarın yaygın bir toplumsal rıza üretebilmesine imkân sağlamıştır. Bugün AKP iktidarı bu modeli sürdürmekte zorlanırken, bu aynı zamanda ticari sermayenin sanayi sermayesine dönüştürmekte çekilen bir zorluk olarak da karşımıza çıkmaktadır.  Belki malum iş insanlarının mesleki körlükleri, belki de siyasilerin telaşı içinde böyle bir dönüşüme duyulan ihtiyaç görülememektedir. Oysa bugünün dünyasında sermayenin döviz kaynaklarını tüketen değil, aksine üreten iktisadi faaliyetlere girmesi ve birikimini bu faaliyetler üzerinden yapması zaruridir. Siyaset bir kez daha bu dönüşümün önünde engel teşkil etmeye başlamıştır. Önümüzdeki seçimler bu engelin sivil inisiyatiflerin devreye sokularak aşılması için bir fırsat oluşturmaktadır.  Bu şekilde gerçekleşecek olan siyasi iktidarının değişimi, iktisadi olarak sürdürülebilirliği kalmamış bir birikim modelinin de tasfiyesi anlamına gelecektir. Kanımca gerçekleştirilebilecek böyle bir dönüşüm Türk siyasi hayatı için de önemli bir ilki oluşturacak; dışsal bir müdahale olmadan sermayenin dönüşümünün önü açılmış olacaktır.