Bazen her şeyin üstünü kapatıp yepyeni bir sayfa açmak iyidir. İtibar, fiyakalı otomobillerle değil böyle jestlerle kazanılır. Umarım Cumhurbaşkanı bu çağrıya kayıtsız kalmaz ve Nişanyan’ın Türkiyeye, evine dönmesinin yolunu açar. Küçük, eski, tek kapılı, erguvan rengi, komik mi komik, bir görenin bir daha unutamayacağı bir cip. Renginden mi yoksa dökülmüşlüğünden mi bilmem, bana emekli konsomatrisleri hatırlatmıştı ilk görüşümde. Samos’u ben bu ciple gezdim, Vathi’den Pisagor meydanına, Urlaların köyü Vourliotes’ten Manolates’e keçi yemeğe, sonra Faros’ta geceyi ahtapotla bitirirken, sabah güzümü adanın 1566’da yapılmış en eski manastırı Panagia Vronda’nın kapısında açmaya, birbirinden güzel plajlara bu tuhaf erguvan ciple gittim. Sevan Nişanyan’la Manolates’te arka arkaya yuvarlarken şarapları kim bilir nelerden konuşuyorduk. Fotoğrafları Ira çekmiş, haber vermeden. Sonra atlayıp cipe Pagondas’a gitmiştik. Bu Pagondas, Sevan’ın “yeni Şirincesi” olacaktı, aldığı harabeleri gösterdi, evler, pansiyona dönüştürülecekler, Akdeniz’in en güzel sokağı olarak kafasında canlandırdığı sokak, toplantı salonları, felsefe, etimoloji, dil, tarih, kültür, matematik toplantıları, üniversite… Evler alınacaktı, Sevan orada hayalini gerçekleştirecekti. Kültürle yaşayan, kültürle nefes alıp veren bir köy kuracaktı orada. İhya edilen harabelerden oluşan bir köy… Sonra kendi evine, o yeşil panjurlu konağına gitmiştik. Halim ile Selim’i o gün imzalamış. “Bilgehan’a sevgiyle, Samos”, tarih atmamış. Müthiş bir enerjisi vardı, anlatırken “şayet, 1 milyon euro param olsa,” diye geçiriyordunuz içinizden, “burada Akdeniz’in en önde gelen kültür köyünü kurardım.” Derken, önce Brunson Vakası oldu, Türk lirası, Euro karşısında çökünce en büyük darbelerden birini proje yedi. Ev alacağını söyleyenler, maliyetler fırlayınca vazgeçmeye başladı. Belki düzelirdi her şey, yoluna girerdi bir şekilde ama arkasından şu lanet korona salgını başladı. Samos’un kapıları Türkiyeli turistlere kapandı. Hayaller, umutlar, onca heves, enerji tuzparça oldu… Sevan, daha sonra kendi sosyal medya mecralarında Pazar Sohbetleri yapmaya başladı, önce oğlu Arsen’le, ardından izleyicilerle interaktif şekilde tek başına. Bu konuşmalarda tasvip etmediğim birçok şey vardı. Öfkeliydi, kırılmıştı, dahası, öyle sanıyorum ki Türk medyasının ilgisizliği onu çıldırtıyordu. Televizyon ekranlarında sürüyle niteliksiz insan bol kepçeden konuşurken bilmem kaç dil bilen, Türkiye’nin en güzel köylerinden birini vareden, Soğdca sözlük çıktı diye havalara uçan, Etimoloji ve Yer Adları Sözlüğü gibi bir insanın tek başına kotarmasının imkânsız görüldüğü işlerin üstesinden gelen Sevan Nişanyan sabit bir izleyici kitlesiyle unutuluşa terk edildi. Sevan kendinden konuşturmayı biliyordu ve kimileyin dozu hiç olmadığı kadar yükseltmekten imtina etmedi. Bazen sövdü, bazen hiçbir merhamet duygusu yokmuşçasına insanların acılarıyla alay etti, oh olsun dedi, kızdı küfretti, bağırdı çağırdı, aşağıladı… Bir süre sonra, Pazar Sohbetlerini dinlemeyi bıraktım çünkü Samos’un dağ köylerinde Reşat Nuri ve ilk dönem Kemalist elitler üstüne konuştuğum Sevan’ın yerini, tanımayanlar için git gide bir nefret objesine dönüşen bir adam alıyordu, bunu görmek istemedim. Twitter’a düşen kesitlerinde meramını mükemmelen anlatabilen bir sözlük yazarı değil de alelade birini görüyor gibiydim. Küfrediyordu, kırıyordu, yok sayıyordu, dalga geçiyordu… Her ne olursa olsun, kültür hayatımızda Sevan Nişanyan’dan geriye çok şey kalacak. İşte yerli yabancı turistlerin fıldır fıldır dolaştığı Şirince orada, dünyanın gıpta ettiği Matematik Köyü orada, Küçük Oteller Kitabı, TDK’nın yapamadığı Etimoloji Sözlüğü, inanılmaz bir emeğin ürünü olan Yer Adları Sözlüğü, tabuları kırmaya çalışan kitaplar, makaleler… Çok bölündü, bu da bence onun en büyük handikapıydı. Edward Said’i basit bir köşe yazısı ile eleştirmek yetti mesela ona, daha kalıcı kitaplar yazabilecekken istemedi, olduğu kadarı ile yetinip temel mesele gördüğü tabulara savaş açtı. Söyleyiş şekli birçok zaman söylediklerinin özünün önüne geçti. Ama şöyle bir düşününce Sevan Nişanyan’ın Yanlış Cumhuriyet ile başlayan meydan okuma serüvenine hayran olmamak da elde değil. Atatürk ve Kemalizm üzerine kendi sorduğu 51 soruya verdiği yanıtlarla dut ağacını silkeler gibi silkelemişti resmi anlatıyı. İktidar el değiştirince Sevan için de mücadele edecek tabuların adresi değişti. Kemalist klik ile mücadele bakiydi ama artık Türkiye’de muktedirler Müslümanlardan oluşmaya başlayınca o da İslam’ın tabularını ele aldı. İşte Halim ile Selim, Din Savaşları, Hocam Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz Midir? o sorgulamanın bir ürünü. İnançlı olsun ya da olmasın insanın ufkunu açan, onu düşünmeye teşvik eden metinlerdi ama Sevan hep kolaya kaçtı, bir türlü “magnum opus” denebilecek kitabını yazmadı. Etimoloji yazılarının ise benim gibi birçok müptelası olduğuna eminim, küçücük bir gazete köşesinde bir kelimeden yola çıkarak birbirinden muhteşem yazılar yazdı. Kelimebaz o yazıların derlemesiydi, önceki hapislik deneyiminde yine kelimelerle uğraşmış ve Elifin Öküzü’nü yazmıştı. Müjde Tönbekici ile evlenip Şirince’ye yerleştiğindeyse bir köyün kaderinin değiştiğini kimse tahmin edemezdi. Bugün ülkenin her yerinde Şirince şarabı varsa bu Sevan Nişanyan’ın sayesindedir. Şirince üstüne yazdığı yazıları okuyanlar bu şarabın matrak hikâyesini hatırlarlar, degüstatörlerin şalgamlı şaraplara verdikleri akıl almaz puanları… Hayatı hep bürokrasiyle, kendini egemen görenle mücadele içinde geçti. Şirince’deki birbirinden güzel yapılarını yıkmaya çalışanlara inat gidip kaya mezarı oydu dağa, kanunda kaya mezarı oyamazsın yazmıyormuş meğer, o boşluğu değerlendirmiş. Her zamanki Sevan’ı gösteren bir de “açılış hareketi” yapmıştı mezarını bitince. Arsen götürmüştü beni oraya, dönüp bakınca, Matematik Köyü, Tiyatro Medresesi, sonsuz zeytinlikler, uzakta Şirince… Hodri Meydan Kulesi dikti mesela bir 29 Ekim günü otellerinin orta yerine. Mardinli Ahmet vardır otelde, kaldığım günlerde tanışmıştık, bir gün bana Sevan’ı anlatırken şöyle demişti: “Çok tuhaftı o, bilemezsin. Bir gün, İlyastepe’deki evlerden birini yaptık, bitirdik. Geldi baktı. Kapısını beğenmedi. Düzelmez bu, gözüme estetik gözükmedi, dedi. Yıktırdı. Sonra yeniden yaptık. Öyleydi, bütün ayrıntılarla ilgilenirdi.” Estetik kaygısının ne kadar muhteşem sonuçlara yol açtığı Matematik Köyü’nün kütüphanesinde, oteli oluşturan evlerde, Tiyatro Medresesi’nin revaklarında görülür. Burada bir türlü rahat edemeyen Sevan’ı Samos köylüsünün de istemediğini öğrendik geçenlerde. Onun ölü bir köyü diriltme çabasını “Türk köyü kuracaklar, bir de cami dikecekler,” diye anlamışlar. Samoslular hem maddi hem de kültürel açıdan zenginleşmek yerine bunu yapmayı düşünen birine hayatı dar etmeyi seçmiş. Samos Karakolu’nda sekiz gece beton üstünde yattıktan sonra onbeş gün içinde ülkeyi terk etme şartıyla bırakmışlar. Hem Türkiye’nin hem Yunanistan’ın “persona nn grata” ilan ettiği belki de tek insan olmayı başarmış… Ama son programında söyledikleri benim içimi çok acıttı. “Ben bu işten yoruldum. Yani bayağı yoruldum. Ben de çok büyük bir hızla yaşlanıyorum, görüyorsunuz. Benim evim Şirince. Orası benim evim. Oraya gitmek istiyorum. Ne zaman, nasıl olur bilmiyorum. Bunun bir çaresi bulunabilir mi bilmiyorum…” Sevan’ın Ermenistan pasaportu bence hiçbir şey ifade etmiyor. Evi burası, belki de kendini burada yaşayan milyonlarca insandan daha buralı, buraya ait hissediyor. Bazen her şeyin üstünü kapatıp yepyeni, bembeyaz bir sayfa açmak iyidir. İtibar, fiyakalı otomobillerle değil böyle jestlerle kazanılır. Umarım Cumhurbaşkanı bu çağrıya kayıtsız kalmaz ve basit bir kararla Sevan Nişanyan’ın Türkiye’ye, vatanına, evine dönmesinin yolunu açar. Ve, geçimsiz bir dahiyi Şirince’den Urla’ya o tuhaf erguvani cipinde giderken görebiliriz.