XX. yüzyılı Türkiye kalkınma çabası ve beraberinde çağdaşlaşma ve demokrasi arayışı ile geçirdi. Ancak bunun için gerekli toplumsal örgütlenme biçimini geleneksel yapıların etkisinde kurtarıp, yerine yeni ve modern toplumsal bir örgütlenmeyi koyamadı. Bunun en önemli nedeni ekonomide çağdaş bir toplumsal örgütlenmeyi sağlayacak yeterli gelir kaynaklarının yaratılamamasıdır. Bu gelir kaynaklarını oluşturan sanayi kesimidir; dolayısıyla sanayileşmek çağdaş toplumsal bir organizasyonu gerçekleştirmenin de önkoşuludur. Dahası, XX. yüzyıl boyunca Batı toplumlarında giderek ağırlığı artan orta sınıfın hâkim liberal demokrasi anlayışı, sanayi toplumlarında yaygınlık kazanan bir ideoloji haline gelmiş ve bizim gibi sanayileşmesini tamamlayamamış ülkelerde de arzu edilen bir siyasi sistem hedefini oluşturmuştur. Geçen yüzyılın başlarında başlayan kalkınma çabalarıyla Türkiye, toplumsal ve ekonomik bir dönüşüm gerçekleştirmeye; geleneksel, tarıma dayalı üretim modelini terk edip, ekonomide farklı üretim faaliyetlerinin hâkimiyetini sağlamaya çalışmıştır. Bu girişim yeni üretim faaliyetlerinde rol alacak kesimlerin oluşturacağı bir toplumsal örgütlenmeyi de beraberinde getirecektir. Kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyeti, gösterdiği gelişme performansı bakımından, sadece ülkemizin değil, neredeyse tüm dünyanın örnek aldığı Batı değerlerini ve kurumlarını kendi kalkınması için referans almıştır. Batının ekonomik başarılarının temelinde yer alan bu değerler, bunların etrafından inşa edilen toplumsal örgütlenmenin siyasi üst yapıdaki yansıması olan liberal demokrasinin de kaynağını oluşturmuştur. Dahası ülkenin siyasi kurumsal yapısında liberal demokrasinin esas alınması, kalkınma sürecinin başarılı bir şekilde sürdürülebilmesinin de önkoşulu olmuştur. Öyleyse XX. yüzyıl kalkınmacılığı, ekonomik manada sanayileşmeye öncelik verirken, başarılı bir sanayileşmenin ön koşulu olan liberal ve özgürlükçü değerleri de topluma hâkim kılma çabası olarak ortaya çıkmıştır. *** Türkiye yüz yılı aşkın bir süredir Batı’ya yetişme mücadelesi içindedir. Bu çaba sadece gelir ve refahı Batı düzeyine çıkarma mücadelesini değil, aynı zamanda Batı’nın sahip olduğu refahı üreten kurumların da Türkiye’de inşasını kapsamaktadır. Başlangıçta ülke sistemin sürekliliğini sağlayacak ekonomik kaynakları henüz sağlamadan, çağdaş bir toplumsal örgütlenme için Batı rol model alınmış, daha sonraları toplumun talep ettiği refahı üretecek ekonomik kurumların oluşturmasına girişilmiştir. Bu vesileyle, çok uzun zaman ülkemizde uygulanmaya konulan yapısal dönüşümler ve beraberindeki reformlar, büyük ölçüde ekonominin Batı tarzı “piyasalaşmasının” ürünleridir. Ülkemizde eksik olan birçok piyasa zamanla oluşturuldu ve bunlara işlevsellik kazandırıldı. Bu açıdan bakıldığında, ekonominin piyasalaşması için yapılan reformlar Cumhuriyet Devrimleri sonrasının en önemli yapısal dönüşüm şeklinde düşünülebilir. Ancak Batı’dan farklı olarak, toplumsal örgütlenmenin ekonomik gelişme düzeyiyle uyumu her zaman düşük olmuş ve ülkenin ana gelir kaynaklarıyla bağı zayıf kalmıştır. Bu da mevcut toplumsal örgütlenme şeklinin son derecede eklektik kalmasına ve toplumun gelir kaynaklarıyla uyumlu olan, geleneksel iktisadi faaliyetlerden beslenen insanlarına yabancılaşmasına yol açmıştır. Kalkınma ve ekonomik transformasyonun hızı yavaş olunca, toplumsal dönüşüm de ister istemez yavaşlamakta ve toplumun Batılı değerlere ve kurumlara yabancılaşması bir türlü engellenememektedir. Hatta bu transformasyonun ve yabancılaşmanın yarattığı birtakım mağduriyetler, toplumun bir kısmında Batı tarzı örgütlenmeye ve beraberinde gelen değerlere karşı bir düşmanlığın, direncin doğmasına neden olmaktadır. Bugün Cumhuriyet değerlerine karşı gördüğümüz şikâyetlerin büyük bölümünün kaynağını bu yabancılaşma ve beraberinde oluşan öfkeye atfetmek mümkündür. Sanayileşmesi yarım kalmış ve nüfusunun büyük kısmının gelir kaynağı tarım ve ticaret gibi geleneksel faaliyetler olan bir toplumda, sanayi gelirlerinden beslenerek örgütlenen yaygın bir orta sınıfın yeterince gelişememiş olması özgürlükçü değerlerle birlikte, liberal demokrasinin de ülkemizde kök salmasını engellemiştir. *** Ülkemizde, gelirlerini sanayi kesiminden elde eden orta sınıfın desteklediği liberal demokrat bir örgütlenme kültürü maalesef çok zayıf kalmıştır. Bunun yerine dini ve yerel aidiyetlik temelli hemşehrilik bağlarını öne çıkartan örgütlenme biçimleri önemini hiç kaybetmeden bugünlere kadar süre gelmiştir. Öyle ki, 2000’li yıllarda iktidarda olan AKP, kırdan kente göçmüş kitlelerin örgütlenmesini, bu insanları “hemşehrilik” bağları etrafından bir araya getiren “hemşehri örgütlenmeleri” ile sağlamaya çalışmıştır. Bu insanlar önce ait oldukları il, ilçe, nahiye ve hatta köy itibariyle dernekleşmiş, daha sonra da federasyonlar halinde toplulaşmışlardır. Seçim dönemlerinde bu örgütler mobilize edilmiş ve iktidardaki partinin siyasi zaferlerinin neferleri haline getirilmişlerdir. Bazen göç ettikleri büyük şehirlerde siyasi tercihlerde bulunmuşlar, gerekli olduğundan da iktidarın tertiplediği organizasyonlarla sadece seçimlerde oy kullanabilmek için doğdukları köy, belde ve ilçelere geri gitmişler ve oralardaki siyasi sürece gayri demokratik etkilerde bulunmuşlardır. Hemşehrilik örgütleri bir yönüyle ekonomik amaçlı bir örgütlenme şekli olarak da düşünülebilir. Bu örgütler, dağıtım mekanizmasının kontrolünü elinde bulunduran siyasi otoritenin kapsama alanı içine girerek, göç ettikleri kentlerde amaçladıkları refaha erişmeye çalışan insanların bu mücadelede belli bir avantaj elde edebilmelerinin aracı olarak kullanılmıştır; kullanılmaktadır. Bu durum sahip olduğu vasıflara dayanarak sanayileşmenin değer yaratma süreçlerinde yer alan bir birey olmak yerine, siyasilerin kontrol ettiği mevcut değerlerin yeniden dağıtımından pay kapmaya çalışan biri olmayı tercih etmiş insanların örgütlenme şekli olarak da düşünmek mümkündür. Bu tarz örgütlenmeler yeni değer üretimine değil, aksine üretilmiş değerlerin, çok da masumane olmayan mekanizmalarla ve iktidara yakınlık derecelerine göre dağıtımına aracılık etmişlerdir. Daha çok mevcut zenginliklerin el değiştirmesine ve tüketimine aracılık ederken, yeniden bölüşümü amaçlayan bu örgütlenmeler ekonomik sistemin verimliliğini de düşürmüşlerdir. Geçmişe ait değerler sisteminin hâkimiyeti altında ortaya çıkan böyle örgütlenmelerin Türkiye ekonomisini yeni değer yaratan bir ekonomiye dönüştürmesi mümkün değildir. *** Sanayiyi uzun yıllar yüksek gelir yaratmanın aracı olarak gören iktisadi anlayış içinde, özel sektör eliyle sanayileşmenin başladığı 1950’li yıllardan 2000’lere kadar sanayileşme sürecini tamamlayamamış Türkiye, sosyolojik manada da sanayi ağırlıklı bir toplumun temellerini oluşturamamıştır. 1980’lerin sonuna kadar süren komünizm korkusu, sanayileşmenin vazgeçilmez unsuru olan sermaye ve emek etrafında kutuplaşmanın önünü tıkamıştır. Aslında ilk bakışta ideolojik bir savaşın unsuruymuş gibi görülebilecek bu tıkanma, ülkenin “kapitalist” gelişme modelinin ilerlemesi için de ciddi bir engele dönüşmüştür. Zira kapitalist kalkınma süreci sadece “para-metrik” olarak ölçülen ulusal gelir artışı ve sektörel dönüşüm anlamında bir süreç olarak düşünülmemeli; aynı zamanda bu dönüşümün başarılı bir şekilde gerçekleşmesi ve sürdürülebilirliği için belli bir toplumsal örgütlenmenin de zarurî olduğu kabul edilmelidir. Bu örgütlenme sanayi faaliyetlerinde bireylere vasıflarına ve sahip oldukları faktör donanımlarına göre roller yüklemekte ve bu bireylerin elde edecekleri refah artışı, ülkede sanayi temelli bir orta sınıfın doğuşuna ve yaygınlık kazanmasına vesile olmayı amaçlamaktadır. Aslında böyle bir orta sınıfın varlığı, gelişmiş birçok piyasa ekonomisinde geçerli olan liberal demokrasinin de gerekli koşulunu oluşturmaktadır. Maalesef ülkemizdeki komünizm fobisi sanayi faaliyetlerin gelişimine de olumlu katkıda bulunacak böyle bir sınıfın yaygınlık kazanmasına mani olmuş, sanayi ile ilişkili bir sınıfın siyasi üst yapıdaki etkinliğini sınırlamıştır. Bu durum bir bakıma ülkemizdeki modern manada liberal demokrasinin inşasındaki başarısızlığımızın da bir nedeni olarak görülebilir. *** Türkiye’de, kırsaldan kentlere akın eden nüfusun istihdamı, sanayi yeterince gelişmediği için, ekonomideki ağırlıklı görece daha yüksek olan hizmetler ve inşaat sektörlerinde sağlanmıştır. Motivasyonları ve üretim süreçleri farklı olan bu faaliyetlerde yer alan üretim faktörlerinin örgütlenme şekli de farklık göstermiştir. Öncelikle büyük kentlerde esnaflık, geçici işçilik ve serbest meslek erbabı şeklinde faaliyetlerde bulunan ve bu faaliyetlerden gelir elde edenlerin, belli bir üretim modelini destekleyecek ve bu modelin ilerlemesine katkı yapacak bir verimlilik bilincine ve/veya ortak sınıfsal bir davranışa sahip olarak davranmaları beklenemez. Bu insanların ekonomik davranışlarının temel referanslarını geleneksel değerler oluşturmaktadır. Bu nüfus sahip olduğu kırsal, daha çok geleneksel değerleri, kentlere geldikten sonra da koruyarak yaşamaktadır. Her şeyden önce icra ettikleri ekonomik faaliyetler yeterli kurumsallık düzeyine erişemediğinden, geçici nitelikte olmakta ve bu faaliyetlere özgü üretim modeline ait kurumsal bir değerler sisteminin oluşmasına imkân sağlamamaktadır. Bu bakından inşaat sektöründeki istihdam bizim için anlamlı bir örnek teşkil eder. Bu sektörde proje bazlı istihdamın varlığı ve proje sonunda çalışanların bir sonraki projeye kadar kırsala dönmeleri onların gelirleri bakımından nereye ait oldukları konusunda da bir belirsizlik oluşturmaktadır. Elbette bu da, üretimde kendine özgü oturmuş değerler sisteminin oluşumuna imkân vermeyen bir durumdur. Dahası liberal demokrasi gibi sanayi faaliyetlerinden beslenen bir orta sınıfın desteğiyle ayakta kalan bir siyasi rejimin oluşmasına da olanak vermemektedir. Tüm bunlar, sanayi sonrası bir toplumun inşasına çaba harcaması gereken bir ülkenin önünde ciddi birer engel oluşturmaktadır. Zira ülke daha gelişmiş bir sanayi toplumu olmadan, böyle bir sanayi toplumunun sınıfsal dinamiklerinden de mahrum kalmıştır. Kırsal nüfusun ekonomideki ağırlığının hala yüksek oluşu bir yana, göçle gelerek kentleştiği düşünülen geniş halk kitlelerinin hala geleneksel kırsal değerlere sahip oluşu, toplumsal ve ekonomik gelişmede karşılaşılan ciddi bir sorundur. Bu geleneksel toplumun örgütlenme parametresi hiçbir zaman üretim temelli olmamış, daima din ve belli bir coğrafyaya bağlılık temelinde gerçekleşmiştir. Bu kesim hala ekonominin işleyiş mantığı ve kuralları örgütlenme konusunda mesafeli bir tutum gösterirken, mevcut siyasi iklimin de desteğiyle dini ve “kültürel” değerlere uygun örgütlenme şekilleri ile iç içeliği sürdürmektedir. Türkiye’de mevcut geleneksel örgütlenmeleri besleyen ekonomik imkânlar tükendikçe, üretim modelinde bir dönüşüme yönelme ihtiyacı da çok daha belirgin olmaya başladı. Böyle bir dönüşüm, ancak bugün Türkiye ekonomisindeki hâkim değerler sisteminin değişimiyle mümkündür. Daha özgürlükçü, çoğulcu, çevreci ve eşitsizliklere duyarlı bir örgütlenmeye duyulan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Yeterince sanayileşemeyen ve XX. yüzyılın çağdaş değerler sistemine uyum sağlayamayan Türkiye’nin, XXI. yüzyılın yeni değerler sistemine uyumu kolay olmayacaktır. Bu konudaki en önemli engel ekonominin maddi yapısında bir dönüşümü gerçekleştirmek yerine, bu yapının sürdürülebilirliğini sağlayacak gerekli “yeni değerlere” karşı göstereceği dirençtir. Bu, ülkemizdeki yeni siyasetin ve siyasi mücadelenin temel konusu olacaktır. Ama çok daha önemlisi başarılı bir iktisadi planlamanın da ön koşuludur.