“2019 yılında Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkisi altına alan” şeklindeki cümle artık zihnimizde oldukça yer etti. Peki tüm dünyayı etkileyen bir salgının bizim ülkemizdeki başkanlık sistemi ile ilgisi nedir? Çok basit: Hepimizin hayatını etkileyen bir salgının yönetimine dair bir gecede alınan ve planlamadan yoksun görünen kararlar tam da Türkiye’nin sistem meselesi ile ilgilidir. Mevcut başkanlık sistemi yaşanan ilk ve büyük krizde “çalışmadığını” tüm ülkeye ispatlamıştır. Türkiye’nin esas krizi COVID-19 değil salgın yönetiminde iyice belirginleşen sistem krizidir. Başkanlık sistemi ile vaat edilen istikrar ekonomide de hükümetin en çok güvendiği sağlık alanında da kendini gösteremedi. Sektörel bazdaki kayıpları önlemek için “geniş istisnalar” ile uygulanan tedbirlerin, söz konusu iktidar partisi mensupları olunca uygulanmayan yasakların salgın açısından barındırdığı tehlikeleri içeren uzman görüşleri ve muhalefetin ısrarlı takibi hükümetin kararlarını etkilemedi. Aşılama hızında ve aşı temininde de “başkanlık sisteminin” vaat ettiği hızlı karar alma mekanizmalarının bir faydası görülmedi. IMF raporuna göre Türkiye salgın sırasında halkına en az destek veren ülkelerden biri olarak az gelişmiş ekonomiler sıralamasındaki ülkeler ile birlikte yer aldı. Türkiye’nin sağladığı destek paketleri  GSYH’nin % 1,9’u oranındayken listenin başında yer alan Lüksemburg’da bu oran %27, ABD’de ise % 25’tir. Yani Türkiye salgında gelir kaybına uğrayan milyonları “başının çaresine bakmaya” davet etti. Bu tabloda başkanlık sistemi “güçlü devlet” vaadini gerçekleştirememiş gibi duruyor. Aksine, her üç gençten birinin işsiz olduğu, dış politikada çıkarlarını savunmakta zorlanan ve içerdeki sorunlara çözüm üretemeyen bir Türkiye tablosu var. Tüm bunlar iyi yönetilmeyen bir parlamenter sistemde de ortaya çıkabilecek sorunlar ancak Türkiye’deki başkanlık sistemi sorunların çözümü için gereken denge-denetleme mekanizmalarından yoksun, kamu yararına değil yöneticilerin yararına çalışıyor. Rekabetçi otoriter rejim olarak kategorize ettiğimiz Türkiye Prof. Ersin Kalaycıoğlu’nun da ifadesiyle başkanlık sistemi ile birlikte neo-patrimonyal sultanizmin karakterlerini göstermeye başladı. Patrimonyal rejimlerde ilişkiler kurumsal değil kişiseldir. Yöneticinin özel alanı ile kamu çıkarı arasında bir ayrım yoktur. Yönetici devlet imkanlarını istediği gibi kullanır, kişisel sadakat ölçütünde uygun gördüklerine dağıtır veya geri alır. Temel amaç iktidarı muhafaza etmek ve genişlemektir. Bu rejimlerde yönetim, sadakati sağlamak için bitmek bilmeyen terfi, tenzili rütbe ve azletme döngüsünü kullanır. Kamu kaynakları ve devlet pozisyonları mükâfat olarak dağıtılır. Bu pozisyonlarda yöneticiye olan sadakati azami seviyede tutmak için yetkinlikleri daha az ama sadakatleri daha aşikâr kişiler tercih edilir. Haliyle kişiler “bakanlık”, “üst düzey bürokratlık” gibi pozisyonları elde edebilmek için etkin yönetim kabiliyetlerini ve liyakatlerini sergilemek yerine “sadakatlerini gösterme” yarışına girerler. Bu da bürokraside alınan kararlarda kamu yararının değil yöneticinin memnuniyetinin öncelikli olmasına sebep olur. Kamu çıkarının gözetilmediği ve kurumlar yerine kişisel ilişkilerin ön plana çıkarıldığı bu sistemde alınan her karar doğrudan milyonlarca insanın hayatını etkiliyor. İktidarın etrafındakilere mükafat olarak dağıtılan kaynaklar İkizdere’deki köylüleri, iyi yönetilmeyen ekonomi yediğimiz ekmeği, ödenemeyen faturaları ve kiraları, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılması kadınların can güvenliğini, yapılmayan aşılar her gün yiten canları kaybedilen gelirleri etkiliyor... Güçlü ve istikrarlı Türkiye vaadi ile getirilen başkanlık sistemi Türkiye’ye yoksulluk, çaresizlik ve umutsuzluk getirdi. Bu tarz rejimler iktisadi krizle mücadele ederken hala kaynak dağıtarak ayakta kalabiliyorlar. Ama dengeler değişirse, örneğin pastadan pay küçülür ve dış ilişkilerde birtakım değişiklikler olursa, bu iktidarların yönetimi zorlaşabilir. Bu noktada muhalefet etme becerisi oldukça önemli. Muhalefetin ortak mutabakatı olarak kabul edilebilecek “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisi kadar bu sistemin salgın yönetiminden halkın refahına kadar hayatımızın her alanında neyi iyileştireceği de her bir muhalefet partisi tarafından etkili kampanyalar ile çok iyi açıklanmalı. Çünkü Türkiye’nin esas krizi salgın değil yönetim krizidir. * “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” üzerine kapsamlı önerileri IstanPol’ün Berk Esen ve Şule Özsoy Boyunsuz tarafından kaleme alınan raporundan okuyabilirsiniz. (https://www.istanpol.org/post/t%C3%BCrkiye-i-%C3%A7in-yeni-bir-h%C3%BCk%C3%BCmet-sistemi-h%C3%BCk%C3%BCmet-sistemi-kaynakl%C4%B1-sorunlar-ve-%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm-%C3%B6nerileri)