Türkiye’de çok partili hayata geçişin CHP içinden çıkan bir kadro neticesinde kurulan Demokrat Parti (DP) ile birlikte gerçekleşmesi, DP’nin CHP’yle arasına kendilerinin de başından beri bir parçası olduğu yeni rejimle de çelişmeyecek bir mesafe koyma arayışlarına sebep olmuştur. DP, bu farklılaşmayı birçok alanda yapmaya çalışırken, kuruluşu esnasında altı oka sadakatini vurgulaması dolayısıyla güçlendiği ölçüde bu alanlardaki yorum farklılıklarını ortaya koymuştur. Bu alanlardan ilki, laiklikte frankofonist bakıştan anglo-sakson anlayışa geçilmesi olmuştur. Yani, kuruluşundan itibaren CHP’nin dinin kamusal görünürlüğünü azaltılması ve onu özel alanın bir parçası yapma projesindense DP, dini, milli kimliğin ayrılmaz bir parçası kabul eden “milli sekülerist” bir bakış açısı kurgulanmaya çalışmıştır. Bunun bir boyutu yukarıda ifade edildiği gibi CHP’yle kendini ayrıştırma kaygısıyken, diğer yandansa dini, anti-komünizm için kurulan geniş ittifakın bir aparatı hâline getirmek olmuştur. Nitekim ilerleyen süreçte Celal Bayar’dan Cevdet Sunay’a, onlardan Kenan Evren’e sağ-Kemalizmi devletlû hâle getiren birçok “zatı devletleri” dinin bu rolünü çeşitli vesilelerle vurgulamış ve Sünni mezhebin öğretisini dayatan din dersi, aşama aşama bu isimlerin döneminde milli eğitim sisteminin içine empoze edilmiş, son olarak Evren’in “iki rekat namaz da kılsınlar canım” sözüyle birlikte zorunlu bir hâl almıştır. Burada sağ-Kemalizmin tarihinin de aslında ne kadar çarpık yazıldığını görmek mümkün. Çünkü DP’nin kurucularının neredeyse tamamı erken Cumhuriyet döneminin aktörleri olmalarına, hatta Bayar’ın Atatürk’ün son, İnönü’nün ilk Başbakanı olmasına rağmen CHP’yi bir yandan erken Cumhuriyet döneminin laiklik politikası nedeniyle dinsizlikle suçlarken, diğer yandan da onu bu laiklik politikalarının hem teorisyeni hem de pratisyeni olan Atatürk’e ihanetle suçlayarak çift yönlü bir strateji izlemiştir. “Atatürk’e ihanet” iddiasının temel dayanaklarından biri, TPCF’yle beraber Atatürk’le ters düşen ve Atatürk’ün Nutuk’ta son derece sert bir dille eleştirdiği (yer yer eleştiriden de fazlası) Kazım Karabekir gibi isimleri Atatürk’ün ölümünün ardından yeniden siyaset sahnesine, CHP’ye davet eden ve olası bir muhalefet hareketini bir süreliğine pasifize eden İnönü’nün bu isimlerin son derece sert eleştirilmesi dolayısıyla 1938-1950 arasında Nutuk bastırma girişiminde bulunmaması olmuştur. Bu yüzden, DP’nin yaptığı ilk işlerden biri, Nutuk bastırmak olmuş, ardından Atatürk’ü Koruma Kanunu anayasaya eklenmiştir. Burada ilginç olan, tüm bu dönemlerin de ortağı olan bu isimlerin toplumsal taleplerin çok partili hayatta yön değiştirmesiyle devrim tarihi yönünde atılan adımların tepki çeken tüm yönlerini İsmet Paşa ve CHP’nin sırtına yüklerlerken, tek partili hayattan çok partili hayata kadar kurdukları döngüsel tarihsellik içinde tüm olumlu adımları da önce Atatürk, sonra ise Bayar-Menderes’e ciro etmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye merkez sağının Atatürk-İnönü arasında gittiği ayrım, sağ-Kemalizmin kökeninde yatan bu haksız ve çarpık tarihsel yorumdur. 1950’lerdeki DP iktidarı, yönünü sağa ve hatta otoriter bir noktaya sürükledikçe, 1940 sonları ve 1950 başlarında çeşitli vesilelerle Batı’da bulunan ve burjuva demokrasilerinin merkez sağı ve solu işgal eden iki büyük partiye dayanan yapısını pratikte de deneyimleme şansı olan Bülent Ecevit, Osman Okyar, Doğan Avcıoğlu gibi aydınlar, CHP’nin rotasını sola çevirme noktasında Forum Dergisi’nden CHP Araştırma Bürosu’na, oradan YÖN’e önümüzdeki haftanın konusu olacak uzun bir sol-Kemalist perspektif tartışmasına başlamışlardır. 27 Mayıs’ta “genç subaylar”, Türkiye’deki kaotik ortam ve DP’nin muhalefeti topyekûn tasfiye etme çabalarına kadar varan otoriterleşmesi dolayısıyla sonrasına yönelik çok da planlama yapmaksızın iktidarı cebirle yerinden etmişlerdir. Bunun sonucunda Türkiye’nin demokratikleşebilmesi, sosyal adalet için refahın yeniden dağıtım mekanizmalarını kurgulamış bir düzenin kurulması, yargı bağımsızlığı, devletin hükümetlerden bağımsız bir karakter kazanması amacıyla denge ve denetleme mekanizmalarının, AYM ve senato gibi yapıların kurulması ve örgütlenme haklarının genişletilmesi gibi içerikleri barındıran İlk Hedefler Beyannamesi’ni ortaya koyan CHP’nin nitelikli kadroları, DP kadrolarının tasfiyesinden ortaya çıkan boşluğu doldurmuşlardır. Anayasa ile 27 Mayıs sonrasının kurumsal altyapısı büyük ölçüde bu kadrolardan ve CHP’nin öngörülerinden esinlenmiştir. 1961 Anayasası’nın toplumun edilgenlikten etkene eviren, sol-Kemalistler tarafından şekillendirilen bu yapısı, sağ-Kemalistler tarafından kabul görmemiş ve Demirel’in meşhur ifadeleriyle toplumun bu derece etken hâle gelerek toplumsal refah arayışlarını sahada bilfiil talep etmesine imkan tanıyan bir kurumsal ve hukuksal altyapı Türkiye’ye “bol” gelmişti. CHP’nin 1965’ten sonraki yerel (nativist) bir başlıkla (ortanın solu) teorize ettiği sosyal demokrat ittifaka dahil olarak refahı ve mülkiyeti tabana yayma arayışı, sağ tarafından “utangaç komünizm” şekline yorumlanmış ve demokrasi sınırları içinde halk lehine dört başı mamur bir dönüşüm vadeden bu proje, “komünistlik” suçlamasıyla marjinalize edilerek Demirel’in Türkiye’yi “19. yüzyıl kapitalizminden kurtarma” projesinin hizmetine sunulmuştur. Başka bir ifadeyle, DP’nin devamı olma iddiasındaki AP ve CHP’den kopan sağ-Kemalistler, bu süre boyunca sermayeden yana tavır alarak, diğer yandan da CHP’yi materyalist, dolayısıyla “dinsiz”; komünist, dolayısıyla bu milletin değerlerine yabancı olarak gösterip halkı manipüle ederek halktan yana dönüşüm isteyenleri “yabancı”, halk kesimlerini sömürmeyi hedefleyen sermaye yanlısı kendi konumunu “yerli” olarak tarif etmiştir. Sağ-Kemalistler, CHP’yi adeta bir Ate olarak gösterip, komünizmle mücadele kisvesi altında nizami ve gayri nizami yollarla, 1970’lerin ortalarında sağ basının sloganıyla “sahada Türkeş, Meclis’te Demirel” şeklinde hareket etmişlerdir. Bu eğilimler sonucunda sağ-Kemalizm ile Türk-İslam Sentezcisi aktörler, Aydınlar Ocağı, MHP ve Milli Görüş TBMM’de ve sahada bir ittifak kurarak topyekûn CHP’ye saldırmışlardır. CHP’yi devamlı “Atatürkçülükten sapmak” ile suçlayan sağ-Kemalistler, Atatürk’ün  Cumhuriyetin temeli olarak gördükleri laiklik ilkesini hiçe sayan Türk-İslam Sentezcileri’yle “komünizm korkusu” kisvesiyle ittifak yapmaktan çekinmemişlerdir. Sağ-Kemalistler ayrıca, Atatürk’ün planlı kalkınmacı perspektifini bir kenara bırakarak 1960 sonrası ortaya koyulan kurumsal altyapının önemli parçalarından olan Planlama Teşkilatı’nı baypas etmiş ve Cumhuriyetin nihai hedefi olan halk egemenliğini toplumun en etken olduğu dönemde taçlandırmak yerine, bu etkenliği edilgenlikle ikame etmeye çalışmışlardır. Bunun yanında onlar, ilkelere dayanan, Atatürk’ün toplum lehine yaptığı ilerici devrimi İkinci Dünya Savaşı sonrasının progresif kavramlarıyla güncelleyen sol-Kemalizmi sembol fetişisti bir Atatürkçülükle harmanlayan ve sola dair herhangi bir değeri anti-laik bir ittifakın içine girmekten bile çekinmeyecek kadar tehlikeli gören bir siyasi akım olmuştur. Öyle ki, onların Demirel’in “bol gelme” metaforuna ek olarak, Türk-İslam Sentezi’nin Türklük-yoğun yanını temsil eden, Demirel’in darbe öncesi müttefiki Türkeş’in 12 Eylül sonrası “Bizim yıllardır ifade ettiğimiz şeylerin başka bir yöntemle vücut bulması” şeklindeki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, örgütlenme haklarını ortadan kaldırıp Türkiye’de merkez sol da dahil olmak üzere herhangi bir sol hareketin kendisine sürdürülebilir bir taban elde edebilmesi için gerekli kurumları ortadan kaldıran 12 Eylül darbesinde ciddi bir payları bulunmaktadır. Onlar, solu kurumsal olarak kısıtlayan her adımda dini daha görünür kılmış ve dinin siyasetin bugünkü ölçülerde bir aygıtı hâline gelmesi ile milliyetçilikle harmanlanmış bir taşra ideolojisine dönüşmesinde çok temel bir role sahip olmuşlardır. Sol-Kemalistlerin tarihten çıkardıkları derslerle gördükleri dinin toplumdaki manipülatif rolü dolayısıyla onu özel alana itme kaygıları ve mülkiyet ilişkilerini halk lehine dönüştürme iddialarından ilkini dinsizlik, ikincisini komünistlik olarak kodlayıp birbirlerinin doğal sonucu olarak yansıtan manipülatif çift yönlü propagandaları onlara, bir yandan halk lehine refah odaklı bir dönüşümü hedefleyen sol-Kemalistleri yukarıda anlatılan yöntemlerle marjinalize edip bu dönüşümün önüne geçerken, diğer yandansa buna rağmen kendilerini “milletin değerlerinin gardiyanı” olarak gösteren bir konfor alanı sağlamıştır. Dolayısıyla bugüne kadar gelen ve günün sonunda sağ-Kemalizmin de siyasal İslam’ın içinde asimile olmasıyla sonuçlanan bu propaganda araçları, taleplerin toplumsallığının bireysellikle ikame olduğu, yaratıcıya ulaşmak için birer araç olan ibadetlerin bizatihi amaç olarak kodlandığı ve toplumsal ahlakın teferruatlara indirgenmiş bu ibadet anlayışıyla yer değiştirdiği bir sonuç doğurmuştur.