Türkiye, Tanzimat hatta Selim III devrinden beri içinde bulunduğu, belki düşünsel soykütüğünün çok daha gerilere de götürülebileceği bir perspektiften, batılılaşma ve batıyla bütünleşme istikametinden uzaklaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti uzun zamandır tarihsel istikametinden uzaklaştı. Bunu söylerken dile getirmek istediğim, alışılageldik ulusalcı diskurdaki “Atatürk çizgisi terkedildi” feryadı değil. Zaten o feryadı dile getirenlerin azımsanmayacak bir kesimi de bugün AKP içinde yahut AKP’nin bizzat içinde olmasa da Cumhur İttifakı’nın paralelinde siyaset yapıyorlar. Yani AKP’nin artık Atatürk çizgisinde olduğuna tamamen mutmain olmuşlar veya Atatürk’ü, devrimlerden, laiklikten, çağdaşlaşmadan soyutlanmış herhangi bir Osmanlı paşası olarak görüyorlar. Cumhuriyetin ilanı, aslında daha büyük bir devamlılıklar zinciri içinde önemli bir nokta, bir kilometre taşıydı: Monarşi fiilen 1 Kasım 1922’de ilga edilmişti, fakat rejimin bir adı yoktu. O adı koyabilmek için bile bir sene beklenildi. Bin sene boyunca sultanlarla, padişahlarla yaşamış, o bin seneden önceki bin yıllarda da Tanrılardan kut aldığına inanılan kağanların, hanların, yabgu ve idikutların idaresinde yaşayan bir millete, öyle veya böyle, tepede meşruiyetinin dinsel dayanakları olan monarkların artık hükmetmeyeceği gösterilmişti. 1945’te İsmet İnönü, Atatürk’ün vizyonunu bir adım öteye taşıdı. Yine bir 1 Kasım günü, TBMM kürsüsünde, “Büyük Meclis’in her deneti yanında milletin vergileri ve harcadıkları üzerindeki deneti, en ileri demokratik milletlerin hiçbirinden eksik kalmayacak kadar kesin ve kavrayışlıdır. Bizim tek eksiğimiz, hükümet partisinin karşısında başka parti bulunmamasıdır” dedi. Bu sözle, geçmişte başarısızlıkla sonuçlanan Terakkiperver ve Serbest Fırkaların siyasi serüvenlerindeki yarım kalan hikayeyi tamamlayacak ve ülkede gerçek bir demokrasinin kurulmasını sağlayabilecek bir toplumsal gelişim aşaması olarak çok partili demokrasinin tesis edilmesini, yani yeni bir partinin kurulmasını işaret ediyordu. Önce Nuri Demirağ Milli Kalkınma Partisi’ni kurdu, hemen akabinde Dörtlü Takrir’i veren grup, yani Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes Demokrat Parti’yi teşkil etti, nihayetinde zamana direnebilen, gerçekten güçlenebilen parti  DP’ydi. Fakat Demokrat Parti iktidardaki icraatıyla bu yolda ilerlemek bir yana, demokrasi standardını mevcudun altına düşürdü. DP’nin hatalarıyla başlayan süreç, onun takipçilerinin ve muarızlarının hatalarıyla devam etti ve Türkiye’deki demokrasi “en ileri demokratik milletler”inkiyle gülünç bir zıtlık oluşturan bir noktaya geldi.
Siyasi tarihimizdeki hiçbir iktidar, Abdülhamid IInin Kanun-u Esasiyi askıya alması istisna sayılırsa, Türkiyenin son dönemde maruz kaldığı demokratik gerilemeyi yaşatmadı.
Gerçi siyasi tarihimizdeki hiçbir iktidar, Abdülhamid II’nin Kanun-u Esasi’yi askıya alması istisna sayılırsa, Türkiye’nin son dönemde maruz kaldığı demokratik gerilemeyi yaşatmadı. Türkiye demokrasisinin yapısal sorunlarını, tarihsel gelişimindeki aksaklıkları ne kadar vurgularsak vurgulayalım, son 23 senenin, geçmişle kıyaslanamayacak bir sapma olduğunu ifade etmezsek, yorumumuz isabetsiz olacaktır. Demokratik gerileme (democratic backsliding) günümüzde sosyal bilimler literatüründe üzerinde çok yazılıp çizilen bir konu. Dünyada Türkiye’den başka da birçok mühim örneği var: Rusya, Macaristan, Polonya, Hindistan, Filipinler gibi. Fakat Türkiye’de halen yaşamaya devam ettiğimiz demokratik gerilemenin dünyadaki örneklerinden farklı ve salt küresel trendle açıklanamayacak birçok öznel dinamikleri de mevcut. Hatta Türkiye’deki demokratik gerileme daha sonra birçok ülkede yaşanacak bir temayülün erken bir örneği kabul edilebilir.
Atatürk aslında çağdaşlaşma, ilerleme yanlısıydı, batıcı değildi.” söylemi sağda da, solda da yaygındır. Oysa Atatürk’ün bütün çağdaşlaşma eylemi Avrupa ilhamlıdır ve kendisi Türkiyeyi de bu geniş Avrupa ailesi içine yerleştiriyordu.
Hülasa, Türkiye’deki otoriterleşmenin daha birçok sebep ve göstergesini sayıp dökebiliriz. Fakat bütün bunların hepsinin gerisinde bir tek kök sebep var: Türkiye, Tanzimat hatta Selim III devrinden beri içinde bulunduğu, belki düşünsel soykütüğünün çok daha gerilere de götürülebileceği bir perspektiften, batılılaşma ve batıyla bütünleşme istikametinden uzaklaşmıştır. Batılılaşma aynı zamanda çağdaşlaşma, ilerleme demektir. “Atatürk aslında çağdaşlaşma, ilerleme yanlısıydı, batıcı değildi.” mealinde bir söylem, Türkiye’de sağda da, solda da yaygındır. Oysa bu diskur yaygın olduğu derece gerçekçilikten uzak ve toplumun umumi komplekslerini yansıtan bir düşünce tarzına işaret eder. Atatürk’ün bütün çağdaşlaşma eylemi Avrupa ilhamlıdır ve kendisi Türkiye’yi de bu geniş Avrupa ailesi içine yerleştiriyordu. Dünyada demokrasiler, özgün şartlar içinde teşekkül etmiş -ama yine batı etkisiyle yakından bağlantılı olan- Hindistan, Japonya, İsrail, Güney Kore gibi örnekler istisna kabul edilirse, tamamen batılı karakterdedir. Buna ilave olarak, demokrasi bir siyasal rejim olarak kıymetli ve ikna ediciyse, bilhassa Türkiye için, batılılaşma ethosu bunun katalizörüdür. Bu batılılaşma ethosu ister batının refah ve tüketim toplumu için popüler iştiyaktan neşet etsin, ister kültürel değişim ve ilerleme arzusundan kaynaklansın, ister siyasi ve bireysel hürriyetlere, demokrasiye, insan haklarına kavuşma yönündeki toplumsal özlemi temsil etsin hiç fark etmez, bu hissiyatın tüm toplum tabakalarına yayılması demokrasinin en büyük sigortasıdır. Belki “sigortasıydı” demeliyim.
Demokrasi bir siyasal rejim olarak kıymetli ve ikna ediciyse, bilhassa Türkiye için, batılılaşma ethosu bunun katalizörüdür.
Evet, Türkiye bugün kendini geçmişten çok daha az batılı gören bir ülkedir, bu hissiyatın oluşmasında, AB üyelik sürecindeki krizler ve hayalkırıklıkları kadar, bu ethosun toplumda daha az kabul görmesinin etkisi vardır. Türkiye’de İslamcılık, milliyetçilik, milliyetçiliğin “ulusalcı” tabir edilen çeşitli türevleri, Avrasyacılık, hatta sosyalizmin birçok yorumları bu ethosun itibar ve teveccüh yitirmesinde rol oynamışlardır, dolayısıyla memleketin istikametsizleşmesinde pay sahibidirler. Fakat en büyük rol tabiatıyla iktidara aittir. Son 23 senede, bu konuda kamuoyunda yankı bulan söylemlerin eleştirel bir dökümünü yapmak, bu meseleyi dert edinen her entelektüel için şüphesiz çok zihin açıcı olacaktır.