AKP dış politika süreçleri, “Değerli yalnızlık” konsepti çerçevesinde ambalajlanıp bize pazarlanmaya çalışıldı ama iktidar, bütün bu “değerli yalnızlık”tan geri adım atmak zorunda kaldı. Bu, AKP’den sonra gelecek bütün iktidarlara ders olmalı. Türkiye’nin muhtemel bir iktidar değişiminde nasıl bir dış politika izleyeceği, Türkiye’nin nereye ait olduğu sorusuyla yakından alakalı gibi görünse de aidiyet meselesi, siyasi partilerin tartışacağı ya da çözüme kavuşturacağı bir konu değil. Türkiye, coğrafya ve kültür olarak şu ya da bu kültürel havza ya da coğrafyaya ait olabilir ama bu, başka coğrafyalara gözünü kapamasını gerektirmiyor. Uzun yıllar doğrudan muasır medeniyet seviyesi olarak belirlediği Batılı ülke politikalarıyla Soğuk savaş yıllarında büyük bir uyum içerisinde hareket eden ordu içerisindeki bir kanat, Kuzey Irak’ta çuval giydirme olayından sonra aşamalı olarak Batı karşıtı bir mevzide konumlanmaya başladılar. Vietnam’da insanlık suçu işlerken, Ortadoğu’da askeri darbeleri örgütlerken sorun olmayan ABD yanlısı çizgi, Kuzey Irak’ta ABD güçlerinin askerlerin başına çuval geçirmesinden sonra başka bir noktaya evrilmeye başladı. Burada ilkesel bir duruş aramak beyhude. Günü kurtarmaya dönük politikalardan kurtulmak, ilkesiz ve oportünist bir çizgiden kopuş halinde olmak için dış politikanın konsept haline getirilmesi gerekiyor. Her şeyden önce temel ve asli ilke, bütün taraflarla iyi ilişkiler kurmak olmalı. Gerilim ve düşmanlık ise istisnai olmalı. Hatta insani değerlere, insan haklarına ya da bizzat kendi kendisine yönelik bir haksızlık söz konusu olsa bile öncelikle bunu diplomasi yoluyla çözümlemek ana hedef olmalı. Savaş, düşmanlık ve gerilim asla iç politika malzemesi yapılmamalı, dış politika siyasi kazanımlar için araçsallaştırılmamalı. AKP’nin dış politikasına ilişkin alternatif, hiçbir zaman onun yaptıklarının tam zıddı şeklinde zuhur etmemeli. Üretilecek bir dış politika her şeyden önce özgün olmalı. Türkiye, evrensel değerler ve insan hakları konusunda Batılı devletlerle interaktif bir etkileşim içerisinde olabilir ancak bu, Rusya, Çin veya İslam ülkeleriyle ilişkileri pahasına kurgulanmamalı. Türkiye’nin alternatif siyasetler yelpazesine bir ufuk katacaksa, dış politika vizyonunu zenginleştirecekse her ülkeyle potansiyel işbirliği neden savunulacak bir ilke olmasın ki? Türkiye bu konuda, Rusya ve Çin başta olmak üzere doğu ülkeleriyle iyi ilişkilere sahip bir ülke olarak Doğu-Batı arasında sadece köprü görevi görmez aynı zamanda farklı dünyalar arasında bir diyaloğun kurulmasına katkı da sağlayabilir. Bu diyalog meselesi, sadece kültürel ve kimlik alanında değil çatışma alanları içerisinde barış ve müzakere zeminlerinin yaratılması için kullanma şeklinde anlaşılmalı. Ayrıca Türkiye’nin şu an Ukrayna ile Rusya arasında çıkan savaşta da oynadığı rolde de görüldüğü gibi bu ilişkilerin ulusal çıkarlara tahvil edilmesi de mümkündür. Ancak Türkiye’nin tek pusulası hiçbir zaman ulusal çıkar olmamalıdır. Zira insan haklarından, insani değerlerden ve barış perspektifinden yoksun bir “ulusal çıkar” mantığı oldukça sübjektif bir kavram olup ülkeyi savaşa sürükleyerek içinden çıkılmaz sorunlar yumağına mahkûm eder. Bu ülkedeki karar alıcılara göre Suriye krizi patlak verdiğinde Türkiye, bütün uyarılara ve itirazlara rağmen Suriye’nin istikrarını bozan, cihatçıları destekleyen politikalar yürütmüştü. Bu dönemde yürütülen politikalar, ülkedeki karar alıcılara göre Türkiye’nin çıkarınaydı. Ancak gelinen noktada görüldü ki bu dönemde yaşadığımız sorunların büyük bir bölümü neredeyse o dönemde izlenen politikalardan kaynaklanıyor. Türkiye’nin kendisini Doğu ya da Batı’da konumlandırması gerekmiyor. Rusya-Batı savaşında da herhangi bir cepheden yana yer alması, bulunduğu jeopolitik nedeniyle çok da mümkün değil. Dikkat edilirse bazı ülkeler Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda konumlandırmasını ve bütün kodlarını bu çerçevede inşa etmesini istese de Türkiye’nin yeri geldiğinde başka ülkelerle anlaşmazlıklarında oynadığı rolden de memnuniyet duyuyorlar.
AKP döneminde zedelenen kurumsallığın tekrar inşa edilmesi de ancak kararların ortak akılla alınmasıyla mümkündür. Ortak akılla alınan kararlarda sorumluluk farklı aktörler arasında paylaştırılabilir.
Bu da gösteriyor ki Türkiye, insan hakları, temel özgürlükler vs. gibi evrensel değerlerin paylaşılması anlamında belirli ülkelerle aynı zeminde buluşsa da jeopolitiğin kendisine sunmuş olduğu zengin seçeneklerden ve değişen dünyanın dinamik parametrelerinden kendisini mahrum edemez. Her ne kadar seçimler ve iç politikada alıcısı bolsa da Türkiye’nin rolünü çok abartmamak, gücünün sınırının farkında olmak da iktidarı devralacak parti ya da koalisyon grubu için hayati öneme sahip. Boyundan büyük laflar etmek hiçbir ülkeye bir şey kazandırmıyor bu çok açık. AKP dış politika süreçleri, “Değerli yalnızlık” konsepti çerçevesinde ambalajlanıp bize pazarlanmaya çalışıldı ama iktidar, bütün bu “değerli yalnızlık”tan geri adım atmak zorunda kaldı. Bu, AKP’den sonra gelecek bütün iktidarlara ders olmalı. Başkanlık sistemine geçişle birlikte ortaya çıkan ve bir ölçüde ABD eski başkanı Trump’tan esinlenen “liderler diplomasisi” ya da “pazarlık diplomasisi”, diplomasinin kurumsallaşmasına ve diplomasiye ortak aklın egemen olmasına engel bir durum. Bu minvalde muhalefetin iç politikada kurumsallığı yeniden canlandırma anlamında atacağı adımlara paralel olarak dış politika ve diplomasinin de kurumsallaşması, ülkenin kaderiyle ilgili alınacak stratejik kararlarda ortak aklı inşa etmek açısından oldukça önemli. “Pazarlık diplomasi”sinin nasıl bir tahribata yol açtığını biliyoruz, bunun örnekleri tekil olaylara indirgeyemeyeceğimiz kadar çok. AKP iktidarının son dokuz yılında oluşan diplomasinin çok dar bir çerçeveyle yapılan istişareler muvacehesinde ve pazarlık diplomasisi mantığı çerçevesinde geliştiğine yakinen tanık olduk. AKP döneminde zedelenen kurumsallığın tekrar inşa edilmesi de ancak kararların ortak akılla alınmasıyla mümkündür. Ortak akılla alınan kararlarda sorumluluk farklı aktörler arasında paylaştırılabilir. Ne kadar çok kurumsal ve temsili katılım olursa alınan kararlar o kadar demokratik olur. Herhangi bir ulus devletin saldırıya uğraması durumunda kendisini güç kullanımıyla savunma hakkı, uluslararası anlaşmalarla teslim edilmiş bir haktır. Devletlerin birbirleriyle ilişkilerinde kuvvet kullanmalarını yasaklayan Birleşmiş Milletler Antlaşması, Güvenlik Konseyi'nin yetkilendirmesine gerek olmaksızın kuvvet kullanımını sadece, silahlı saldırı karşısında müşterek veya bireysel yapılan meşru müdafaa hakkını tanımıştır. Bunun dışında belirli sübjektif gerekçelerle güç kullanımını gündeme getirmek ya da sık sık bu yönde tehditler savurmak, acizliğin itirafıdır. Diyelim ki bir konuda ulusal çıkarın korunması noktasında yapılan bütün diplomatik girişimler sonuçsuz kaldı, o zaman caydırıcı güç tehdidi ölçülü bir dille dile getirildiğinde işlevsel olabilir. Bunun dışında güç kullanımına dönük bütün tehdit girişimleri o tehdidi kullananları aşındıran ve örseleyen bir söyleme dönüşebilir. Kullanılamayan güç o gücün sahibini yıpratır, kullanıldığında da büyük tahribatlara yol açabilir. Pasif bir barışçı dil yerine barışçı ama proaktif bir yaklaşım uzun vadede bölgesel barış ve istikrar olarak geri dönecektir. Barış ve istikrar meselesini sadece kendi söyleminde temsil etmekle yetinmeyen, aynı zamanda bunu bölgesel ve küresel bir barış hedefine taşıyan bir dil ve politika, giderek dünyayı saran faşist ve ulusalcı çılgınlığa son verebilir.