FED tüm dünyaya varlık alımlarında yavaşlamaya gideceğinin sinyalini vermiştir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için bu, artık yabancı sermayeye çok güvenilmemesi gerektiği anlamına gelmektedir. Türkiye vb. ülkelerin kendi yağlarıyla kavrulma zamanları gelmiştir. Sanki son günlerde AKP iktidarının yirmi yılı aşan uygulamalarının bir özetini yaşıyor gibiyiz.  2000’li yılların başında sahip olduğu iktisadi rahatlıktan mahrum kalmış bir iktidar, elinde çok az kalan imkânlarla eski günlerine kavuşmaya çabalıyor.  Bunun en son örneğini TCMB’nin beklenmedik 100 baz puanlık faiz indiriminde gördük. Gerçi TCMB bağımsızlığını yitireli çok olmuştu ve faizlerin belirlenmesi tamamıyla siyasi bir süreç haline gelmişti ama yine de piyasa paydaşlarının aklında “acabalar” vardı. İndirim bekleyen yabancıların bazıları da 50 baz puanlık bir indirimin yapılabileceğini kamuoyu ile paylaşırken, bunun bile doğru olmayacağı yönünde inanışları vardı.  Ama tüm bu beklentiler FED toplantısından önceydi. Siyasilerin faizleri düşürme niyetinde oldukları bilinmekteydi, ama FED kararlarının ardından, başka ülkelerinin merkez bankalarının yaptığı gibi, bizim de yola gelip, ekonomimize çeki düzen vermeye başlayacağımız yönünde “naif” bir beklenti de oluşmuştu doğrusu. FED çarşamba günü aldığı kararla faizleri sabit tutmuştu ama bundan çok daha önemlisi, dünya ve ABD ekonomilerindeki gelişmeleri nasıl okuduğuna dair görüşlerini de tüm dünya kamuoyu ile paylaşmıştı.  Hala ABD’deki enflasyonun geçici olduğu ve ekonominin arz yönünde görülen aksaklıklardan kaynaklandığı ve zamanla bu kısıtların ortadan kalkacağı düşünülmekteydi. İstihdam konusunda ise, FED’in hedeflerine ulaşmış olduğu ve bu konudaki gelişmeler konusunda da daha iyimser bir görüşe sahip olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Bu öngörülerine dayanarak FED, çok da usturuplu bir dilde tüm dünyaya, artık varlık alımlarında bir yavaşlamaya gideceğinin sinyallerini vermiştir.  Dahası, gelecek senenin ilk yarısında ilk faiz artırımına gidilebileceğinin mesajı da verilmiştir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için bu, artık yabancı sermayeye eskisi kadar çok güvenilmemesi gerektiği anlamına gelmektedir. Türkiye ve benzeri ülkelerin kendi yağlarıyla kavrulma, kendi kaynaklarını ön plana çıkarma zamanları gelmiştir. Birçok ülke FED’in bu açıklamalarına dayanarak kendi ekonomilerine çeki düzen vermeye başladılar.  Örneğin, uluslararası yatırımcıların değerlendirmelerinde Türkiye ile birlikte yer alan ve kıyaslanan bir ülke olan Güney Afrika politika faizini 100 baz puan artırdı. Öte yandan gelişmiş Kuzey Avrupa ülkelerinden petrol zengini Norveç ise, 25 baz puan artırarak FED açıklaması sonrasında yeni pozisyonu aldı. Türkiye ise bu ülkelerden farklı tepki bir göstererek, politika faizini 100 baz puan düşürmüştür. Güney Afrika ve Norveç’in faizlerini arttırırken dayandıkları değerlendirmelerden TCMB’nin neyi farklı algılanmış olabileceği ise merak konusudur. En son indirimin teknik bir değerlendirmeye dayanmadığı, tamamıyla siyasi nedenlerle alınan bir karar olduğu açıktır.  Çünkü Türkiye ekonomisinde böyle bir indirime dayanak teşkil edecek ekonomik gelişmeler yaşanmamaktadır.  Bir süreden beri Sayın Cumhurbaşkanımızın faiz indirimi olasılığını dillendiriyor olmasına rağmen, TCMB’nin faizleri sabit tutması siyasilerin beklentilerini defalarca boşa çıkarmıştır; ta ki bu en son toplantıya kadar. Bu kez para kurulu toplantı tarihi yaklaştıkça hareketlenen kamuoyu, TCMB ve Başkan hakkında “magazinel” içerikli birtakım haberleri iktidara yakın basında görmeye başladı.  İngilizce dil yeterliliği bile konu edilen başkanın, koltuğu ile faiz indirimi arasında bir seçimle karşı karşıya kaldığı ima edilmeye çalışıldı. Mesaj alındı ve nihayet politika faizi 23 Eylül 2021 tarihinde düşürüldü. TCMB siyasi baskılara boyun eğdi.  Öyle ki, TCMB’nin kamuoyuna yaptığı açıklamanın içeriğine bakıldığında, alınan bu kararın zorlama bir karar olduğu, dünya ekonomisindeki gelişmeleri ve FED’in açıklamalarını başka merkez bankalarına kıyasla çok daha iyimser değerlendirilerek alındığı anlaşılmaktadır. Basın açıklamasında faiz kararına temel teşkil edecek bir kural açık bir şekilde belirtilmediği gibi, enflasyonla mücadele konusunda da bankanın konumu belirsiz hale gelmiştir.  Daha önceki açıklamalarda yer alan “sıkı para politikası” ibaresine ise bu açıklamada yer verilmemiştir.  Anlaşılan TCMB enflasyonla mücadeleyi “gevşek para politikası” ile yapmanın yollarını bulmuş ki, böyle bir ayrım yapmak ve basın açıklaması yoluyla kamuoyuna mesaj vermek ihtiyacı hissetmemiştir. Hatta daha da ileri gidilerek, “sıkı para politikası” uygulamalarında aşırıya gidildiği ve bunun neticesinde ticari kredilerde gereğinden fazla gerileme olduğu belirtilmektedir.  Ancak verilerde böyle bir gerilemeye rastlanmadığı için, zaten çok uzun zamandır kamuoyu TCMB’yi sıkı para politikası izlememekle itham etmekteydi. Çok daha önemlisi, faiz kararına temel teşkil edeceği çok daha kısa zaman önce açıklanan çekirdek enflasyondaki gelişmelerin dikkate alacağını kamuoyuna açıklamasıdır. Toplantı sonrasında kamuoyuna yapılan açıklamada yer almamakla birlikte, TCMB Başkanı’nın daha önce yapmış olduğu konuşmalardan elde edilmiş bir bilgidir bu. Gıda enflasyon düzeyini büyük ölçüde etkileyen kalemleri dışlayarak elde edilen çekirdek enflasyonu, daha çok arz yönlü şokların etkisini yakalamak için kullanılmaktadır. Ancak bu göstergeyi para politikası gibi, genel kamuoyunun hayatını ilgilendiren bir süreçte referans aldığınızda ve gıda fiyatlarındaki enflasyonu göz ardı ettiğinizde, para politikasının halkın hayatı ile bağını koparmış olursunuz.  Gıda fiyatlarında enflasyon nedeniyle geniş kitlelerin satın alma gücü zayıflarken, bu yokmuş gibi davranıp, enflasyonu düşürmeniz için gerekli uygulamalardan kaçıp, bizzat enflasyona neden olacak bir para politikası izlemeniz, halkın menfaatlerine karşı bir tercih olacaktır.  Bu itibarla, faiz kararında sadece çekirdek enflasyonu dikkate almak halkın maruz kaldığı satın alma gücündeki azalmaları göz ardı eden bir yaklaşımdır.  Bu şekilde hanehalklarının satın alma güçlerinde daha fazla düşüşe yol açabilecek gelişmelerin önü açılmaktadır. Çekirdek enflasyonu faizleri belirlemede esas almak, beraberinde halkın menfaatlerinin de dışlanması anlamına gelecektir. Bu yönüyle TCMB’nin para politikasının halkçı olmayan bir yöne evrildiği düşünülebilir. Zira çok geçmeden faiz indirim kararının ardından TL dolar karşısında değer kaybetmeye başlamış ve o gün itibariyle 1 dolar 8,80 TL mertebelerine ulaşmıştır.  Maalesef döviz piyasasındaki oynaklık, kararı izleyen iki günde hala devam etmektedir. Bunlara ek olarak, ülkemizde son yıllarda baş gösteren enflasyonun ana kaynağı kur artışları sebebiyle artan ithal girdi maliyetleridir. Ülkemizde uzun zamandan beri ciddi bir maliyet enflasyonu yaşamaktayız. Ancak bu maliyet artışlarının TÜFE’ye yansıması oldukça yavaş gerçekleşmekte ve bunun sonucunda ÜFE ile TÜFE arasında, bugüne kadar görülmemiş bir makas oluşmaktadır. Bu makasın nasıl kapatılacağı ise hala ciddi bir muammadır. 2018 yılında, bu boyutta olmasa bile, ortaya çıkan benzer bir makas, TCMB’ni çok doğru bir şekilde faizleri arttırmasıyla kapanmış ve normal seviyelere gerilemesi sağlanmıştır. Oysa bugün TCMB’nin aldığı karar bunun tam tersidir ve iki fiyat arasındaki makası daha da arttıracak niteliktedir. Eylül ayı rakamları itibariyle TÜFE %19,25 seviyesinde, ÜFE ise %45’leri aşmıştır. Bu boyutta bir farkın üretici kesimler tarafından sürdürülebilmesi mümkün değildir.  Nihai tüketiciye yansıtılamayan bu maliyetlerdeki artış üreticilerin çalışma sermayesinin erimesine yol açmaktadır. Özellikle son faiz kararının neden olduğu kur artışları, belli bir süre zarfında gerçekleşecek yeni ithalatlarla birlikte maliyetlerin daha da artmasına ve bu şekilde şirketlerin çalışma sermayelerinin daha da azalmasına neden olacaktır. Zaten düşük öz sermaye ile çalışmayı bir alışkanlık haline getirmiş olan Türk üreticisi, bu durumda elindeki kıt sermayeden de olacak, neticede daha çok krediye bağımlı bir hale gelecektir. İşletmelerin sermaye yetersizlikleri ekonomiyi durgunluğa sürükleyebilecektir. Belli gelir düzeyine sahip hanehalkları ve firmaların bu kredi bağımlılıklarının farkında olan hükümet, en son aldığı faiz kararıyla onları ucuz kredi ile desteklemek istemektedir. Ancak hükümetin uzun vadede sürdüremeyecek bu politika hem verimsiz bir kaynak kullanımına yol açacak, hem de ülkemizde çok uzun zamandır sürdürülen gelirler politikasının açmazlarını gözler önüne serecektir. Çok uzun zamandır ülkemizde düşük ücret ve gelir politikası izlenmekte ve bu yapılırken de ülkemizdeki gelir eşitsizlikleri veri kabul edilmektedir. Gelirler politikasında herhangi bir değişikliğe gitmeden bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya girişilmektedir. Bu durum ekonomide o kadar yaygınlık kazanmıştır ki, neredeyse ücretli çalışanların %50’ye yakını asgari ücretle çalışır hale gelmiştir.  Durum böyle olunca, hanelerin tüketimiyle birlikte refah düzeylerini arttırabilmek için borçlanma ve krediden başka çıkar yol kalmamıştır. Ancak bu politikanın artık sonuna gelinmiştir. Bu demode olmuş gelirler politikanı değiştirip, insanlarımızın gelirlerini artırıp, borçlanma ihtiyaçlarını ise düşürmemiz gerekmektedir. Fakat TCMB’nin en son aldığı faiz kararı eski, modası geçmiş düşük gelirler politikasını sürdürmeye olanak sağlayan bir politikadır.  Bu faiz politikasıyla elde edilebilecek herhangi bir refah artışı olamayacağı gibi, yeni politikanın neden olacağı kur şokları ve enflasyon ile halkın refah düzeyinden azalmaların yaşanması çok daha muhtemeldir.  Bu faiz kararı siyasi olduğu için, yapılan indirimi siyasetin gelirler politikasındaki yapılması gereken değişim ihtiyacının inkârı olarak yorumlamak da mümkündür. TCMB’yi bu son kararı ve sonuçları hakkında daha çok yazacağımız, kafa yoracağımız çok açık. Ancak hem para politikamızdaki kredibilite sorununu, hem de bugün karşılaştığımız birçok ekonomik problemini çözebilmek artık ekonominin konusu olmaktan çıkmıştır. TCMB gibi bir kurumun bağımsız karar almasını engelleyen, faizlerin belirlenmesini şeffaf ve hesap verilebilir olmayan bir şekilde, Başkanlık Sarayı’ndaki bir grubun inisiyatifine bırakan bugünkü yönetim modelimiz ve karar süreçlerimiz değişmeden bu sorunlarımızın çözümü mümkün görünmemektedir. Maalesef mevcut yönetim modelimiz önemli kurumlarımıza yeterli hareket alanı bırakmıyor. Böylesine önemli ve ülke halkının tamamına yakınının hayatını etkileyen bir konuda yanlış, yanlı ve şahsi kararlar alınmasına olanak sağlanması bu yönetim modelinin bir sonucudur.  Bu model uzmanlıkların yerine, kişisel egoların ve çıkarların öne çıktığı bir modeldir.  Türkiye gibi belli bir gelişme düzeyine ulaşmış bir ülkenin böyle bir yönetim modeline ve onun sonucunda oluşan sorunlara daha ne kadar tahammül edeceği merak konusudur. Alınan faiz kararıyla finansal istikrar olmasa bile, bugün için koltuktaki istikrar sağlanmış görülmektedir. Bu istikrarın ne kadar süreceğini ise hep birlikte göreceğiz.