İktidarın 2020den bu yana izlediği yeni ekonomik model” ve arkasındaki rasyonel karar alma mekanizmasının nasıl bir politik akıl yürütmenin sonucu olduğunu tecrübe ediyoruz. Ekonomist Ensar Yılmaz yazdı. Uzun süredir, özellikle Mayıs 2023 seçimlerinden sonra, “rasyonalite” kavramı gündemi meşgul etmeye devam ediyor. Bu kavramın bu kadar gündemi meşgul etmesinin temel nedeni iktidarın 2021 Eylül’ünden itibaren (yaklaşık 2 yıldır) sürdürdüğü düşük faiz politikasıdır. İzlenen faiz politikası ile oluşan negatif reel faiz oranı sadece ülkede değil dünya tarihinde görülmemiş boyutta irrasyonel bir düzey ve sürreal bir nitelik kazandı.  Çok sayıda fiyatın düzeyi, değişim hızı ve aralığı kısa sürede ülke tarihinde görülmemiş düzeylere ulaştı. Bu yüzden, iktisadi irrasyonalite sosyal ve iktisadi hayatın her alanına yayılarak derin kırılganlıklara ve etkinsizliklere yol açtı. Fakat seçim sonrası iktidarın değişen ekonomi kadrosu ile birlikte ekonominin “rasyonel zemine” çekileceği ifade edildi. Yani bir bakıma mevcut durumun bir irrasyonaliteye karşılık geldiğini yeni ekonomi yönetimi de kabul etmiş durumdadır. Buna rağmen, mevcut iktisadi politikanın aslında iktidarın seçimleri kazanmasına yol açtığı için o kadar da irrasyonel olmadığı, bu yanıyla da politik rasyonel olduğu, yani iktisadi irrasyonalitenin politik rasyonalitenin bir uzantısı olduğu görüşü ileri sürülebilir. Ben de bu düşünceye bir noktaya kadar katılıyorum, yani en azından izlenen faiz politikasının ardında politik bir perspektifi olduğu açık. Fakat yine de iktidarın politik rasyonalitesinin ne kadar rasyonel olduğunu sorgulamak gerektiğini düşünüyorum.  Başka bir değişle, bu düzeyde bir iktisadi rasyonalite ne kadar politik rasyonel olabilir, buna bakmak lazım. Bunun için de her şeyden önce iktidarın, daha önceki yazılarımda da sıklıkla ifade ettiğim bir “politik büyüme” peşinde olduğunu belirterek başlamalıyım. Bu da büyük oranda kısa dönemli, telaşlı, sürdürülebilir ve kapsayıcı olmayan bir büyüme politikasıdır. İrrasyonel faiz politikasının da bu büyüme politikasına tekabül eden bir yanı var. Fakat bu tür bir büyüme ile daha düşük reel ücret düzeyinde istihdamı korumak mümkün olsa da yarattığı genel tahribatı düşündüğümüzde bunun dışında bir politikanın daha kötü sonuç vereceğini söylemek zordur. Yani tüm ekonomik değerleri altüst eden bir faiz politikasının sadece daha düşük reel ücrette istihdamı korunması ile oluşan durumun diğer durumlara göre daha iyi olduğu iddia edilemez. Dahası, seçim sonuçlarına bakarak bunun pozitif bir politik karşılık bulduğu da tam olarak iddia edilemez. Bu, faiz politikasının yarattığı iktisadi sorunlar yüzünden iktidarın kaybettiği oyları, iktisat-dışı etkenleri (özellikle seçim ekonomisi ve devasa politik propaganda gücü gibi) ve muhalefetin yetersizliğini de dikkate almamak anlamına gelir. Kısaca, şunu söylemek mümkün, mevcut iktidar makro istikrar için asgari düzeyde rasyonel politikalar izleseydi, kendi iktidarını bu kadar irrasyonel şekilde tehlikeye atmayabilirdi. Rasyonalitesi daha yüksek bir iktisadi politika ile daha maliyetsiz bir politik rasyonalite ortaya çıkabilirdi. Bu yüzden, iktidarın seçim kaygısına atfedilen politik rasyonalite düzeyinin sınırlı olduğunu düşünüyorum. Burada ifade edeceklerimin sınırlarının daha iyi görülmesi için rasyonalite kavramının içeriğini nasıl tanımladığımı ifade etmem gerekir. Rasyonaliteyi daha çok enstrümantal rasyonalite bağlamında tanımlıyorum (çünkü farklı tanımlamalar da söz konusudur). Yani rasyonellik kısaca, aktörün önündeki alternatiflerin farkında olması, bilinmeyenler üzerine beklentiler oluşturması, alternatifleri hakkında açık tercihlerinin olması ve hareketlerini bir optimal ve makul bir perspektif içinde belirlemesidir. Başka bir değişle, rasyonalite bir aktörün/grubun belirli hareketleri, bu hareketlerin belirli sonuçları ve sonuçlar üzerine de belirli tercihlerinin olmasıdır. Fakat bu tür bir rasyonalitenin amaçların belirlenmesi konusunda çok şey söylemediğini de belirtmek gerekir, yani rasyonalitenin neyi istenilir veya istenilebilir olduğuna dair de bir şeyler söylemesi gerekir. Sadece seçilecek araçların değil, amacın kendisi ve sınırları tanımlanmalıdır. Her amacı, özellikle kamusal düzlemde, gerçekleştiremezsiniz. Ne buna uygun bir araç ne de bulduğunuz aracın bunu garanti edebilecek potansiyeli olabilir. Aksi takdirde, bu, aklın imkânsız amaçlar belirlemeye kalkan tutkuların kölesi olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Bu da bizim örneğimizde olduğu gibi tüm ekonomiyi yerle bir etmenin bile irrasyonalite ithamlardan muaf tutulmasına olanak verir. Söylemek istediğimi daha da somutlaştırırsam, açık bir ekonomide reel faizi bu kadar düşük tutmanın döviz kuru kanalı ile enflasyonist bir süreci aralayacağını ve bunun da zincirleme etkileri olacağını öngörmemek çok zordur. Bunları öngörmenin belli bir ölçüye kadar zor olduğunu kabul etsek bile negatif sonuçlarını gördükten sonra bunu sürdürmeye devam etmenin anlaşılması daha da güçleşir. Yani iktidar açısından öngörmek ile görmek arasında bir farkın olmaması dikkat çekicidir. Rasyonellik bir tür kontrol kategorileri barındırır. Oysa bu politika sonucunda ekonomi büyük oranda kontrol dışına çıktı.
İktidar açısından öngörmek ile görmek arasında bir farkın olmaması dikkat çekicidir. Rasyonellik bir tür kontrol kategorileri barındırır. Oysa bu politika sonucunda ekonomi büyük oranda kontrol dışına çıktı.
Özellikle böylesine bir faiz politikasından sonra döviz kurunu kontrol etmenin çok zor olduğunu bilmemek anlaşılmaz bir durumdur. Bu durumu kısaca iktidarın enflasyon ile işsizlik arasında bir tercihte bulunmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlamak sorunu oldukça basite indirgemek olur. Bu yüzden, politik karşılığı da sınırlı kalan bu irrasyonel faiz politikanın başka nedenleri de olmalıdır. Başka bir değişle, bu kadar irrasyonel kalmayı mümkün kılan veya bu politikadan çıkışı zorlaştıran daha belirleyici faktörler olmalıdır. Bunun için de iktidarın politik aklının formasyonuna ve değişimine bakmak lazım. POLİTİK AKLIN FORMASYONU Bu türden bir faiz politikasının ima ettiği irrasyonalite düzeyi bize iktidarın zamanla evrilen ekonomi politik aklını da anlamamızı kolaylaştıracağını düşünüyorum. Politik akıl kavramından kastım kısaca politik bir birimin sorunları algılama ve bunları çözme tutum ve tekniğidir. Her şeyden önce şunu iktisadi alanla sınırlandırarak ifade etmek isterim ki AKP politik aklı yeterince kurgusal/stratejik bir politik akıl niteliği kazanmadı. Buna nispeten makro düzeyde daha az sorunlu görülen ilk iktidar dönemleri de dahildir. İlk dönemin makro istikrarı bizi yanıltmasın, bugünkü sorunların önemli bir kısmı bu dönemde başlayan, zamanla biriken ve son dönemde irrasyonaliteye dönüşen sorunların filizlendiği dönemdir.
AKP yönetimi, bir an önce devletin tüm iktisadi alanlardan çekilmesi gerektiği konusunda konjonktürel çekici bir baskı içinde buldu kendisini. Bu yüzden de özel sektör alanını daha da genişletmeye çalıştı.
Bu da daha çok ekonominin, piyasanın kendi fonksiyonelliğine terk edilmesi ile zemin buldu. Bu yüzden, yönlendirmeden çok, piyasaya tabi olan bir tür pragmatizm niteliği gösterir. Bu yanıyla, AKP ekonomi politik aklı kısa dönem piyasa mantığına oldukça bağımlı bir akıl olarak kaldı ve gelişim gösteremedi. Daha önceki bir yazımda da ifade ettiğim gibi, AKP iktidara geldiği dönemde ülkenin özellikle enflasyon, faiz oranı ve bütçe açığı gibi daha çok devlet ekseninde ortaya çıkan ciddi makro iktisadi sorunları vardı. AKP iktidarının ilk yıllarında bu sorunların tamamına yakını çözüldü. Bu durum iki önemli algı yarattı. Bunlardan biri, kendi aktörlüğüne/eylemliliğine artan güven, diğeri ise piyasaya artan güvendir. Bu dönemde büyük bir iş başarıldı düşüncesi AKP’nin kendisine ve piyasaya fazlasıyla güvenmesine neden oldu. Bu da yapısal sorunlar karşısında daha derinlemesine düşünmesine ve devletin stratejik ve potansiyel gücünü ihmal etmesine neden oldu. Hatta bu döneminde ortaya çıkan makro ekonomik başarısında global likiditenin rolüne dair bir fikri dahi olmadığını görüyoruz. Bu anlamda, bu politik akıl kendi üzerine (refleksif olma), yani kendi başarısı/başarısızlığı/kırılganlıkları üzerine, düşünen bir akıl da değildir. İktidarının ilk döneminde konjonktürel olarak da piyasaya güvenmek oldukça cazipti. Dünyanın birçok ülkesinde sol partiler dahi piyasanın etkinliğini daha fazla vurgulamaya başladılar ve dahası 'Çin bile başarısını piyasaya borçluydu' düşüncesi yaygındı. Bu da, AKP yönetiminin devletin stratejik önemini küçümsemesine neden oldu. Bu eğilim özelleştirme politikasında daha net görülebilir. AKP yönetimi, bir an önce devletin tüm iktisadi alanlardan çekilmesi gerektiği konusunda konjonktürel çekici bir baskı içinde buldu kendisini. Bu yüzden de özel sektör alanını daha da genişletmeye çalıştı. Bunlar olurken AKP yönetiminin piyasanın hangi alanlarda ve nereye kadar başarılı olabileceğine dair bir zihinsel pratiği de yoktu. Piyasanın zaman ufku ile kolektif planlamanın zaman ufku arasında var olan büyük fark konusunda güçlü bir fikri dahi yoktu. Oysa kâr motivasyonu dışında kolektif bir hedefi olmayan piyasanın iktisadi ve sosyal düzlemde neden olduğu sorunlar zamanla kendilerini daha fazla gösterdi. Bunu ülkenin yüksek cari açık probleminde, yetersiz teknoloji düzeyinde, Çin etkisine maruz kalması ile oluşan arz kısıtlarında, sermaye akımları altında oluşan mekanik ve niteliksiz büyüme modunda (boom-bust) veya sürekli eşitsizlik üreten yapısında tecrübe ettik. Burada AKP’nin piyasa ile ilişkisinin de etkinlik üzerine kurulu güçlü bir yaklaşıma dayanmadığını ifade etmeliyim. Elbette genel hatları ile iktidarın piyasanın daha işlevsel ve etkin olduğuna dönük bir anlayışı olabilir. Hatta bunun piyasalar kanalı ile oluşacak iktisadi refahın politik bir karşılığı olduğu da düşünülebilir. Fakat piyasanın kısa dönemli tercihlerinin yapısal problemlere dönük yetersizliği tüm ekonomiye yayıldıkça iktidarın piyasalarla ilişkisi iki tür eğilim gösterdi. Bunlardan biri, iktidarın piyasaları etkinsiz bir şekilde kontrol etmeye yönelmesidir. Bunun için de önce merkezi/idari fiyatlandırma mekanizmalarını (özellikle faiz oranı politikası) daha aktif kullanmaya başladı. Bu süreç sonucunda finansal fiyatların neredeyse tamamı şu an yoğun regülasyonlar yolu ile merkezi/idari baskı altındadır. Tabii bu durum, zaten piyasaların uzun dönemli sosyal refahı dikkate almayan fonksiyonlarının yanına, kısa dönemli etkinlik işlevlerini de devre dışı bırakan ilave bir etki ortaya çıkardı. Diğer eğilim ise,  piyasayı yönlendirmek için hem sektörel hem de sınırlı sayıda sermayedar ekseninde yanlı bir politika izlemesi oldu (inşaat sektörünün öne çıkması ve iktidara yakın sermaye grupları ile iş yapma gibi).  Bu eğilim iktidarın irrasyonalitesinin sadece para politikasına indirgenemeyeceğini gösteriyor. İrrasyonel faiz politikası sadece nitelik anlamında bir zirve noktasıdır, yoksa bunu her yerde görebiliyoruz. Örneğin, en basitinden büyük kamu projelerinin gerçekleştirilmesinde belirli firmalarla kurulan ilişkide de bunu görüyoruz. Kamu-özel ortaklıklarında devlet bu projelerin tamamen dışında kaldı ve adeta bir müşteriye dönüştürüldü. Projelerin maliyet boyutu, kamusal refahı, uzun dönem etkinliği ve çevre etkileri dikkate alınmadı. Benzer bir durum, belirgin ve kararlı bir sanayi politikasına sahip olmamasında da görebiliyoruz.
Faiz etrafında oluşan irrasyonalitenin bu kadar uzun sürmesinde temel üç faktörün çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bunlar sırasıyla bilgi problemi, otoriterleşme ve rantiyer yapı ve yolsuzluk düzeyidir.
Silah sanayiinde bir tür hareketlilikten bahsedilse bile, bunun yine yakın ilişkiler üzerinden ilerlediğini biliyoruz. Kamu bankalarının kredi tercihlerinde, THY’nin hormonlu büyümesinde, yapılan devasa futbol sahalarında, yolcusu olmayan havalimanlarında ve köprülerde olduğu gibi çok sayıda alanda görebiliriz. İrrasyonalite bu anlamıyla oldukça yaygın bir durumdur. İRRASYONALİTENİN ÖMRÜ Her maliyetli tercih irrasyonel değildir. Maliyetinin düzeyi, niteliği ve zaman boyutu önemlidir. Özellikle kısa dönem maliyetleri olan politikalar zamanla getirisi yüksek politikalara dönüşebilirler. Örneğin, gümrük vergilerini başlangıçta yukarı çekmek mevcut üretim ve tüketim ilişkilerini bozabilir ve maliyetleri de olabilir. Fakat uzun dönemde ülke üretim potansiyelini olumlu geliştirebileceği için kısa dönem maliyetlerine katlanılabilir. Fakat irrasyonel faiz politikasının böyle bir uzun dönem perspektifi olmadı. Dönemler-arası bir optimizasyondan çok, ana odaklı bir tercih olmasıdır. Yaratılan tahribatın boyutu ve kapsamı oldukça yüksek düzeydedir. Bu yanıyla, kısa dönem maliyeti uzun dönem bir nitelik de kazanıyor. Bugün bu politikadan vazgeçilmiş olmasının temel sebebi irrasyonalite ömrünün sona ermiş olması ve bunu taşıyacak kaynakların tükenmiş olması ile ilişkilidir. Özellikle faiz etrafında oluşan irrasyonalitenin bu kadar uzun sürmesinde temel üç faktörün çok etkili olduğunu düşünüyorum. Bunlar sırasıyla bilgi problemi, otoriterleşme ve rantiyer yapı ve yolsuzluk düzeyidir. Her sorun gerçekte birbiri ile ilişkili olsa da ayrıştıkları alanlar da söz konudur.
  1. i) Bilgi problemi
2021 yılının sonlarında “Türkiye Ekonomi Modeli” diye sunulan programın kapsamı ve içeriği bize iktidar kadrolarının ekonominin nasıl işlediğine dair bilgileri ve tasavvurları hakkında bir ipucu veriyor.  Model’in iktisadi kurgusu ilk sunulduğunda iktisatçıların önemli bir kısmı bunun ne ülke geçmiş deneyimi ile ne de dünya örnekleri ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan hayali bir model olduğu konusunda ortak bir kanıya sahipti. Nitekim çok kısa sürede Model’de sunulan hedeflerin neredeyse tamamının tersi gerçekleşti. Örneğin faizin düşürülmesi ile üretimin artacağı, üretim ekonomisi ile cari açığın azalacağı ve dövizin rezervlerinin bollaşacağı tahmin edilmişti. Fakat cari açık cumhuriyet tarihinin en yüksek açıklarına ulaştığı gibi, enflasyon inanılmaz derece hızlı bir şekilde yükseldi, gelir dağılımı şoku yaşandı, varlık fiyatları görülmemiş düzeyde yükseldi ve üretim yapısı daha niteliksiz bir hal aldı. Tüm bunların iktisadi bilgiye dair bir yönü var. Her şeyden önce, oldukça açık bir ekonomide kapalı ekonomi politikaları izlendi. Döviz miktarına ve fiyatına bu kadar bağımlı bir ekonomide bu düzeyde bir negatif reel faizin olası etkileri dikkate alınmadı. İkincisi, kredi kanalına olduğundan daha fazla önem atfedildi. Krediye bir tür üretim faktörü gibi davranıldı. Bu durum iktidardakilerin finansı da iyi anlamadıklarını gösteriyor. Bankaların krediyi artırarak verimliliğe katkıda bulundukları doğru değildir. Bankalar, kredinin nereye gittiği ile değil, geri dönüşü ile ilgilenirler. Bu yüzden de birçok ülkede finansmanın önemli bir kısmı firmalara değil, finansın kendisine ve tüketim kredilerini gider veya bizde olduğu gibi aynı zamanda devlete de gider. Üçüncüsü, düşük faiz, kredi kullanan bir yatırımcı için iyi bir durum gibi gözükse de makro düzeyde riskin artmasına neden olduğu için toplamda yatırımları düşüren bir etki gösterebileceğine dair iktidar çevrelerinde bir kuşku dahi söz konusu olmadı. İrrasyonel faiz politikası, bu anlamda, hedeflediğinin tersine kredi üzerinden değil de yarattığı makro riskler (belirsizlik, risk primi veya enflasyon gibi) üzerinden etkili oldu. Dolayısıyla, bu makro atmosfer kredilerin yatırımlardan ziyade firmaların kısa dönem operasyonlarına, finansal amaçlarına ve devlete yönelmesine yol açtı. Faizin sadece fiyat etkisi (düşük faiz) önemsendi, oysa yarattığı belirsizlik alanı ekonomi geneline yayıldı. Son olarak, faizin talep kanalı ile büyümeyi etkileyeceğini düşünmek genel olarak doğru olabilir. Bir politik aktör buradan da hareket edebilir. Dünya genelinde de bu durum yaygındır. Türkiye’de izlenen düşük faiz politikası büyük oranda yatırımın faiz esnekliğine güvendi, yani kredi kanalı üzerinden bir mekanizma varsayıldı. Aslında belli bir döneme kadar da belli sektörleri yönlendirmesi açısından, özellikle inşaat için, etkili de oldu. Fakat 2018 krizinden beri faizin inşaat üzerindeki etkisi azalmıştır. İktisadi kararların politik ve kurumsal çerçevesi, faiz artırımının hangi ortamda gerçekleştiğini önemli hâle getirir. Bu yüzden, ne her koşulda çalışan ne de her ülkede aynı sonuçları veren bir politika vardır. Fakat iktidar çevrelerinin buna dair ne bir analizi veya en azında tereddütleri dahi söz konusu olmadı.  Daha önce de ifade ettiğim gibi, bu, kendi hataları üzerine veya değişen koşullara dair düşünme pratiğinin de olmamasından kaynaklanıyor. Öğrenme konusunda oldukça dirençli bir yapı, bu anlamıyla.
  1. ii) Otoriterleşme
İktidarın faiz etrafında oluşan irrasyonalitenin bu kadar uzun sürmesinde diğer etken politik otoriterleşmedir. Özellikle son dönemde otoriterleşen politik aklın piyasa ile etkileşimi çok daha çatışmalı hâle geldi. Otoriter yapılar iktisadi ve sosyal hayatın komplikasyonlarını çok dikkate almazlar, sonuca odaklıdır. Yani araç-amaç ilişkisinde makul veya rasyonel görülenleri kullanmak yerine olan, daha çok kısa devrelerin çalışması tercih ederler. Bu yanıyla, piyasaya hiyerarşik bir anlam da yüklenir. Piyasa aktörlerinin empoze edileni yapması beklenir. Fakat bu türden finansal yönlendirme/merkezileşmeye piyasaların verdiği merkezi-olmayan tepkiler iktidarın arzuladığı şekilde olmadı.  Çünkü iktisadi aktörler bu politikalara göre yeni pozisyonlar aldılar. İktidarın istediği yönde davranmadılar. Halk-piyasa-iktidarın farklı rasyonalite düzeyleri iktidar açısından sorunu daha da kompleks hâle getirdi. Bu yüzden de, sistem sürekli regülasyonlarla daha da sıkıştırıldı. Örneğin, kredi faizi üzerine kısıt geldiğinde bankalar bu sefer kredi miktar tayınlamasına başvurdular. Veya mevduat faizleri düşük olduğunda dövize veya gayrimenkule başvurdular. Bu bir yanıyla,  iktisadi aktörlerin seçeneklerinin mevcudiyeti iktidarın iktisadi alanı daha da daraltılmasına yol açtı. İktidarın politik olarak temerküz eden gücü (otoriterleşen yönü) ile piyasanın merkezi-olmayan yapısı arasında bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Bu yanıyla, iktidar iktisadi etkileşimin boyutunu ve potansiyelini önemsemedi. Bu yüzden, kontrol etmeye çalıştığı iktisadi yapı zaman içinde bir regülasyon yumağına dönüştü. Yumağın her ipi diğerini zorunlu hâle getirdi. Bu yüzden, mevcut iktidarın yeni ekonomi kadrosu derin irrasyonalitenin neden olduğu bu yumağı çözmekle işe başlamak durumunda kaldılar. KKM de bu yumağın merkezinde yer alan bir ürün olarak ortaya çıktı çünkü irrasyonalitenin kendini en fazla gösterdiği alan döviz miktarı ve fiyatıydı. İrrasyonel faiz politikası ile ortaya çıkan her varlık fiyatlandırması yeni sosyal maliyetler yarattı. KKM’nin bir gelir transfer aracına dönüşmesinin yanında, sorunu daha da derinleştiren çözüm bulmayı zorlaştıran, geciktiren ve çıkışı konusunda sistemi kilitleyen bir engele dönüştü. KKM girilen yanlış bir yolun bir kavşağında yapılan doğru bir adım gibidir, yolun sonunu uzattığı gibi, nereye çıkacağını da muğlak hale getirmektedir. İktidar otoriterleşme ile birlikte liyakatten çok, sadakat gruplarına yöneldi. Böylece kendi politik angajmanı içinde nispeten daha az nitelikli kadrolarla çalışmayı tercih etti. Bu da otoriterleşmenin stratejik ufkunu daha da sınırlı tutan daha az nitelikli insan sermayelerine yönelmesine neden oldu. Bu yeni grupların niteliğini anlamak için iktidara yakın düşünce kuruluşlarının raporlarına bakmak yeterlidir. Raporların analitik niteliği bir yana, içerikleri yön göstermek ve ufuk açmaktan ziyade, yapılanları “ak”layıcı bir metot izlemek şeklindedir. Bu da çoğu zaman ex-ante tasarım katkısı sunmak yerine, ex-post meşrulaştırma işlevi görmelerini sağlıyor. Ortaya çıkan durum ise ufuk açmak değil, verili ufka göre maslahatgüzarlık yapmak şeklinde işliyor. Oysa iktidarının başlangıç yıllarında kendisine politik olarak çok da yakın olmayan farklı düşünce gruplarından aldığı profesyonel yardımla, AKP uzun dönem perspektifi içeren birtakım projeler geliştirdi. Fakat iktidar zamanla bu gruplarla bağlantısını kopardı. Bu anlamda, otoriterleşme ile bilgi/liyakat kaybının aynı paralelde ilerlediğini görüyoruz. Otoriterleşme ile birlikte problemleri ret etme, görmeme, başka nedenler bulma veya düşman üretme gibi bir takım savunma mekanizmaları ortaya çıkıyor. Hatırlanırsa, gerçekte krizin veya enflasyonun olmadığı, insanların aslında yoksullaşmadıkları, başka ülkelerin kıskandığı gibi çok sayıda gerekçeler üretildi. Hatta çoğumuz unutmuş da olabilir, bir ara “faiz lobileri” vardı. Ülke ekonomisinin kötüleşmesi ile birlikte yabancı finansal sermayenin kaçması faiz lobilerinin faaliyetleri olarak sunulmuştu. Oysa finansal piyasaları bir regülatif alan olarak görmek yerine bir “komplo alanı” ilan etmek ve idari kararlarla etkinsiz bir şekilde sürekli baskılamak finansın doğasını bilmemektir. Yani aslında şikâyet edilen şeyin özünde ülkenin dış finansal piyasalarla entegre olma biçimine dönük bir sorun olduğunu anlamama ve bunu inkâr etme hali vardır. Bu tür argümanların özellikle seçim süreçlerinin çatışmalı atmosferinde yapılan hataların sürdürülmesine de zemin hazırladığı çok açık. Bu çatışmalı zeminde, hatalardan geri dönmenin bir tür yenilgi veya rakip partilere bir koz vereceği düşüncesi egemen bir ruh hâline dönüşüyor. Özellikle mevcut iktidar seçime giderken bu anlamda tırmandırma politikasını bir tür haklılık göstergesi olarak kullanmayı yeğledi. Bu da faiz politikasında olduğu gibi, birçok konuda hatadan dönüşü zorlaştırdı. iii) Rant ekonomisi ve yolsuzluk boyutu Faiz politikasındaki ısrarın diğer bir nedeni ekonomik yapının niteliği ve bunun yol açtığı yolsuzluk boyutudur. Her şeyden önce, yukarıda da ifade ettiğim gibi, faiz politikası büyük oranda ucuz paranın yaratacağı büyümeye dayanıyordu. Bu da büyük oranda ekonominin üretken çabalardan ziyade ranta dayalı ve üretken olmayan niteliğine yaslanıyordu. Ucuz para ve piyasaya terkedilmiş ülke ekonomisi zamanla daha fazla rantiyer bir nitelik kazandı: Hakim pozisyonlarını kullanarak pazar paylarını artıran ve inovatif çabalarını asgariye indiren büyük şirketlerin varlığı; finansal giderlerini dahi karşılayamayan, zombileşen orta ve küçük ölçekli çok sayıda şirketin varlığı; dominant sektörlere dönüşen inşaat ve finansın varlığı. Tüm bu yapı özü itibariyle ekonominin rantiyer özelliğine işaret ediyor. Bu yanıyla da, ucuz paraya bağımlıdır. Bu durum bir ölçüye kadar hem faiz politikasının sonucu hem de buradan çıkışı zorlaştıran bir durumdur. Ucuz paradan vazgeçilmesi bu yapının yıkılması demektir. Bu yüzden de, bu gruplardan da faiz politikasına güçlü itirazlar gelmedi. Rantiyer yapıların kamudaki karşılığı da büyük oranda yolsuzluk obruklarının açılması ve büyümesidir. Yolsuzluk düzeylerinin yaygınlaşması bu rantiyer yapı ile yakından ilişkilidir. Faiz politikasından oldukça faydalanan inşaat sektörü aynı zamanda siyasetle bağını güçlendirdi.  Bu da yaygın bir şekilde yerel ve merkezi rantların paylaşılması üzerine kurulu bir yapıyı doğurdu. Bu yüzden, düşük faizin hem rantiyer yapıyı yaygınlaştırdığını hem de bunun yolsuzluk boyutunu artırdığını düşünüyorum. Rantiyer ekonominin artırdığı yolsuzluk aynı zamanda bürokrasinin niteliğini de etkiledi. Bunun özellikle bürokrasideki insan sermayesinin liyakat boyutunu sınırlandırdığını düşünüyorum. Bürokrasi uzun süredir benzerler arasında ketum bir dayanışma niteliği göstermeye başladı. Özellikle üst kadrolar sınırlı sayıda insan arasında koltuk değişimine dönüştü.  Bu nedenle, yolsuzluğun yaygınlaşması ve derinleşmesi kamu kurumları içinden daha rasyonel tepkiler vermeyi önlüyor, gerçekçi raporlar yazımına imkan vermiyor ve dolayısıyla sorunların çözümü erteleniyor ve zamana yayılmasına yol açıyor. Faiz politikasına kamudan yükselen bir tepkiyi, bu yüzden, görmek de mümkün olamıyor. Kısaca, rantiyer yapı-yolsuzluk-bürokrasi üçgeninin birbirini besleyen yapısı ve gücü irrasyonel yapılardan çıkışı önleyen bir nitelik kazandı. Sonuç olarak, uzun süredir sistemin kaldıramayacağı düzeyde yüklenen irrasyonalite dozajı seçim sonrası ekonomi yönetimine yeni kadroların getirilmesini zorunlu hale getirdi. Fakat yeni yönetimin bu irrasyonalite ile nasıl baş edeceğine dair güçlü bir programının olmadığı da görülüyor. Politika faizine odaklanmak yerine veya daha güçlü bir enflasyon indirme programı yerine daha tali yollar deneniyor. Faiz konusunda var olan politik kısıtı veri alan ve oluşan regülasyon yumağını çözmeyi bu aşamada kendisine ana hedef olarak alan bir yaklaşım söz konusu. Bu yüzden, bir tür rasyonel zeminden çok, henüz ilk aşamalarında olduğumuz bir yarı-rasyonel (semi-irrasyonel) bir zeminde olduğumuzu söyleyebiliriz. İktisatçıların patika bağımlılığı dediği bir durumla karşı karşıyayız, yani geldiğimiz yolda artık yeni bir aşamadayız ve geldiğimiz yolun geri dönüşü aynı yol üzerinden olamaz. Daha somut söylersek, yüksek enflasyon düzeyi faizin indirildiği gibi basitçe yükseltilmesi ile çözülemez. Aksi takdirde bunun reel karşılıkları olacağı çok açık. Bu yüzden, olası sosyal kayıpları telafi edecek güçlü bir enflasyon indirme programı hazırlanmalıdır, bu girdaptan başka türlü bir çıkış zor görülmektedir.