Bugünkü seçim bir sistem oylaması. Tek anlatının gerçekleri yok ederek her şeyi aşırı şekilde yorumlamasının tekelini elinde tuttuğu bir boyunduruk sistemine mi devam edilecek, yoksa gerçeklikle ilişkiler kuran, gerçekliği merkeze alarak farklı yorumlara izin veren, olanak tanıyan hatta teşvik eden çok sesli bir sisteme geri mi dönülecek? Pembe dizileri, diğer dizi ve film türlerinden ayıran temel özelliklerinden birisi, akışın olayların kendilerine değil, olup bitenlerin üzerine farklı grupların ve kişilerin farklı yorumlarına, tepkilerine, kumpaslarına dayanmasıdır. Bu şovlarda olaylar, onların sansasyonel ve aşırı yorumlamalarıyla karşılaştırıldıklarında pek güdük kalırlar. Olaydan etkilenen ya da onu yorumlayan her bir karakter ve çıkar grubu, olayı kendi bakış açısından ya da çıkarları doğrultusunda ele alır ve onu öyle bir dillendirir ki, olayın kendisi bir yerden sonra bu devasa ve çatışan sansasyonel yorumların altında kalarak görünmez olur. Artık önemli olan olup biten değil, onun farklı ve çatışan gruplar tarafından nasıl dile getirildiğidir. Yanlış anlamalar, bilinçli çarpıtmalar, abartmalar ve küçümsemeler birbirini kovalar. Dizi, olgusal gerçekliğin değil, kurgusal ve sansasyonel aşırı yorumların peşine takılır. İzleyiciler de olayları değil, bu dilsel dünyada kurulmuş aşırılıklar kakafonisini merak ederler. Pembe dizilerde her şey dilsel yorumlamaya yığıldığından, büyük hareketler olmaz, çekimlerin neredeyse tamamı iç mekandadır. Eylemlerden değil, eylemlere verilen tepkileri ya da onları kurgulayan pusuları temsil eden sözlerden oluşurlar. Her şey söz olduğundan, diyaloglar, monologlar birbirini kovalar. Monologlar kişilerin gerçek niyetlerini ortaya dökmekte kullanılırken, diyaloglarda her zaman taraflar arası girişilen çatışmalar öne çıkar. Birisi mi öldürülmüştür, bir banka mı soyulmuştur, bir yere uçak mı düşmüştür; pembe dizilerde bunların hiçbirisi eylem olarak gösterilmez, bu eylemlerin ürettiği yorumlar ve söze dökülmüş temsilleri gösterilir. Ve yorumlar o kadar çeşitli, farklı ve çatışmacıdır ki, kişinin bunlar arasında hangi yorumun doğru olduğuna ilişkin kolayca kafası karışabilir. Bugün iyi görünen karakter yarın kötü olabilir, bugünün kötü görüneni yarının iyi karakterine dönüşebilir. Ve bu defalarca yeniden değişebilir. Sürekli değişen bir diğer durum da gündemdir. Gündem o kadar uçucudur ki, neredeyse her bölüm, ana çatışmanın uzantısı olan gündelik gelişmeler başkalaşır. Değişmeyen şey tarafların birbirine zıt aşırı yorumların peşinden gitmeye devam etmeleri ve bir yerden sonra kendilerinin de gerçeklerden çok bu aşırı yorumlara inanmaya başlamalarıdır. Türkiye’de en büyük ünü kazanan Amerikan pembe dizilerden birinin Türkçeleştirilmiş adı bu sürecin özeti gibidir: “Yalan Rüzgârı”. Türk siyaseti de uzun süredir olgulara ve kanıtlara dayalı işlemeyi bir yana bırakmış durumda. Tıpkı bir pembe dizi gibi, olup bitenlerin kendileri, hiç kimse tarafından görülemiyor ve dolaşıma yalnızca onlar üzerine üretilen, bolca yalan sosuna daldırılmış aşırı yorumlar, sansasyonel suçlamalar, devasa övünmeler giriyor.
Berbat bir pembe diziden, onu dahi aratacak bir felaket filmine savrulmamamız; aksine bir an önce gerçekçi ve çok sesli yaklaşımlara dönmemiz dileklerimle…
Tarafların ürettiği siyaset bu bozulma yüzünden geleceğe ilişkin hangi politikaların üretileceğini açıklayan programlardan değil, birbirlerini hakaretlerle, karalamalarla, sahte videolarla, kumpas kasetleriyle kötüledikleri sözlerden ve aşırı yorumlardan oluşuyor. Fakat bu karalamalar ve yalanlar üretme sürecinde bir taraf başkanlık sistemi aracılığıyla sistemi değiştirmenin, bu sayede güçler ayrılığı ilkesini büyük oranda aşmanın ve devleti yirmi yılı aşkın bir süredir yönetmenin getirdiği asimetrik olanakları kıyasıya kullanarak, olguları bütünüyle bir kenara bırakıyor ve olgularla söz arasında artık hiçbir şekilde bağlantı bulunmayan anlatıları servis ediyor. Edebiyatta bu durumun uç versiyonunu Gerorge Orwell’in 1984 romanında görüyoruz. Fakat Türkiye’nin gidişatı, 1984’ü artık bir uç durum olmaktan çıkararak, bu distopyayı edebiyattan yeryüzüne indirmeye yönelmiş bir durum arz ediyor. Yorumların aşırılığını, sansasyonelliğini ve yalanlarını önleyebilmek, ancak birden çok anlatıya izin vermekten geçiyor. Farklı anlatıların dolaşım hakkı edinmede eşit olmalarının ve gerçeklikle bağlantı kurabilmelerinin temin edilmesi adına özellikle devlet süreçlerinin şeffaflaştırılması gerekiyor. Bu da ancak güçler ayrılığının, denetlenebilir hükümetlerin ve şeffaf yönetimlerin sağlanmasıyla mümkün. Türkiye’deki başkanlık sistemi tüm bu süreçlerin üzerini örtüyor ve gerçeklikle yurttaşların arasına dev ve aşılamaz bir perde çekerek, perdenin gerisinde olup bitenler için yalnızca kendi anlatısına güvenilmesini istiyor. Fakat bu anlatı maalesef neredeyse her zaman tutarsız, ayrımcı, değişken, küçümseyici, çarpıtıcı bir söylem olduğu gibi, her zaman da ölüm kalım meselesi olarak dolaşıma giriyor. Başkanlık sistemindeki Türkiye, ele aldığı konu ne olursa olsun, onu bir ölüm kalım meselesi olarak sunuyor. Bu yüzden bu anlatıda her mesele dönüp dolaşıp “Beka” meselesi haline geliyor. Sanki bu adım atılmazsa pusuda bekleyen iç ve dış düşmanlar, yurttaşların yaklaşık yüzde 50’sini oluşturan teröristler Türkiye’yi alaşağı etmek için gerekeni yapmak üzereler. Bu konu basit bir yasa, birkaç yasadan oluşan bir torba yasa ya da faizlerin düşürülmesi üzerine minik bir toplantı dahi olabiliyor. Ve bunlar yapılmazsa, ülke tüm bu hainler tarafından yok edilecekmiş gibi gösteriliyor. Buna alternatif anlatılar da aşırı bir asimetrik güçle baskılandığından, Ne gerçekle, ne de başka yorumlarla ilintisi kalmayan bir anlatı, tüm ülkeyi kaplayarak ve ona yön vererek bir yandan tekel kalmaya gayret ediyor bir yandan da bu anlatının sağladığı tüm yararları kendisine çekiyor. Zenginliği, mutluluğu, özgürlüğü, hoşgörüyü, yaşam sevincini, kısacası her şeyi yutan, emen bir kara deliğe dönüşüyor. Bugünkü seçim bir sistem oylaması. Tek anlatının gerçekleri yok ederek her şeyi aşırı şekilde yorumlamasının tekelini elinde tuttuğu bir boyunduruk sistemine mi devam edilecek, yoksa gerçeklikle ilişkiler kuran, gerçekliği merkeze alarak farklı yorumlara izin veren, olanak tanıyan hatta teşvik eden çok sesli bir sisteme geri mi dönülecek? İlk versiyon, devlet yönetimini ele geçirenleri aşırı imtiyazlı, sorgulanamaz, tüm kaynakları dilediği gibi çekip çevirebilecek bir güçle donatırken, ikinci versiyon, halkı devlet yöneticileri üzerinde sürekli bir denetim kurabilecek bir güçler ayrılığını savunuyor. Dünyayı kavramamıza, veri çekmemize, anlatı oluşturmamıza, yaşam tarzımızı savunmamıza temlik koyan bu sistemden çıkış için önemli bir tarih, önemli bir şans. Berbat bir pembe diziden, onu dahi aratacak bir felaket filmine savrulmamamız; aksine bir an önce gerçekçi ve çok sesli yaklaşımlara dönmemiz dileklerimle…