Bulunduğumuz noktada siyasi iktidarın seçimi kaybetmemesi iki şeye bağlı görünüyor: İlki yurt dışında büyük miktarda kaynak bulmasına, ikincisi ülke içinde önceliği ekonomik sorunlarından güvenliğe dönüştürmesine…
CHP Lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nın SADAT’ı ziyareti, sadece seçim günü sağlanacak sandık güvenliğini değil seçime giden süreçte yaşanması olası güvenlik sorunlarını gündeme getirmesi açısından da önemlidir.
Bu ziyaret kamunun ve toplumun ilgisini doğal olarak SADAT’a yöneltmesine yol açmıştır. Bu açıdan Kılıçdaroğlu hedefine ulaşmıştır.
Nitekim bu ziyaretten sonra SADAT Başkanı, özellikle eleştirel medya kanallarına çıkarak, kendilerine yönelik eleştirileri yanıtlamak zorunda kalmıştır.
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında, SADAT’la bir bağının olmadığını açıklamak zorunda kalmıştır. Ancak bu yakın zamanda kadar kurucusunun başdanışman olduğunu ve pek çok kritik toplantıya katılmış olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Açık olan şudur ki, siyasi iktidar ile SADAT ideolojik olarak aynı yerde durmaktadır. Hedefleri benzerdir.
O yüzden ne SADAT Başkan’ın açıklamaları ne de Erdoğan’ın kurumla ilişkimiz yoktur açıklaması toplumu ikna etmeye yetmemektedir.
Burada sorun salt Erdoğan/AK Parti karşıtlığı değil. Sonuç olarak karşıtlık, karşıtını ürettiği ölçüde tarafları konsolide eder. Bu konsolide olma hâli karşılıklı ilişkiyi, diyaloğu kestiği ölçüde sorunları çözmeyeceği gibi bu karşıtlığı çözümsüzlüğe mahkum eder.
Oysa tam tersine bizim bütün toplumsal kesimlerin birbiriyle konuşmasına ihtiyacı var. Özellikle laik kesim olarak bizim en çok muhafazakârlarla, mütedeyyin kesimle konuşmamız, iletişim kurmamız gerekiyor.
AK Parti’nin onları hapsetmek istediği kimlik gettosuna itiraz etmek durumundayız. Bunu onlar kadar kendimiz için de yapmak, muhafazakâr dünyayı dışarıdan değil içerden bakarak anlamaya çalışmak durumundayız.
Çünkü siyaseten yapabileceğimiz tek şey bu.
Ki, CHP lideri Kılıçdaroğlu, uzunca bir süredir bunu yapmaya çalışıyor.
Siyasi iktidar gettoya hapsetmek istediği kesimleri, sosyal yardımı sadaka kültürü üzerinden kalıcı yoksulluğa mahkûm ederken; kapalı devre yayın sistemi üzerinden de dünyaya karşı verilen savaşın kazanılması durumunda elde edilecek ganimetlerin paylaşımı hayaliyle bu kesimleri siyaseten etkisiz kılıyor.
NE HEDEFLİYORLAR?
Peki AK Parti ne hedefliyor?
Bugün AK Parti’nin temel sorunu; 2011’den itibaren değişen siyasal ajandasıdır. Arap Baharı sonrasında değişen bu ajanda ile AK Parti, hayallerindeki geçmiş “altın çağı” yeniden hayata geçirmek için Arap ve İslam Dünyası’nın liderliğine soyundu. Ve adım adım, demokratik, laik ve çoğulcu Türkiye’den uzaklaşmaya başladı. Dahası “devlet” ideolojik özünü koruduğu ve kendi kurumsal varlığını sürdürme noktasında iktidarla uzlaşmış ve ortaklaşmış durumdadır. Cumhur İttifakı’nın özü de bu uzlaşmadır.
Ve hedeflenen şey; 2006’de bizatihi Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan tarafından ifade edilenin tem tersidir.
2018’de hayata geçen Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi ile de ülke her alanda ağır bir buhran yaşamaya başladı. Son dönemde en çok ekonomik sorunlardan bahsetsek de her alanda benzer bir buhran yaşadığımız da açıktır.
Başbakan sıfatıyla Erdoğan 11 Ekim 2006'ya yaptığı grup toplantısında; “
Ülkenin geleceğine, Cumhuriyetin değerlerine karşı tehditler yok mu? Elbette var, ancak bunların toplumun geneline yayamayacağımız aşırı uçlar olduğunu, takibinin de suç-ceza sistemi içerisinde yapılması gerektiğini unutmayalım. Son tahlilde uçlarda bulunanlar da bizim insanımız. .... biz diyoruz ki onları da merkeze çekmenin, şu çatı altında olan kim olursa olsun hepimizin ortak görevidir. ... Asgari müşterekte mutabakatı sağlamak zorundayız. Yaraları kanatan değil, iyileştiren olmalıyız. Gelecekteki dönemi, toplumsal barışı güçlendirecek bir sosyal restorasyon dönemi olarak görüyoruz. Etnik, dini, mezhepsel, fikri, kültürel farklılıklara bakmadan kadın-erkek ayırmadan, bütün sosyal tarafları kucaklayacak yeni bir toplumsal uzlaşma zemini oluşturmak mecburiyetindeyiz.” ifadelerini kullanmıştır.
Ancak 2011 sonrasında yaşanan süreç öyle olmadı. Tersine yaşanan süreç 31 Mart 2013’de dönemin İstanbul İl Başkanı Aziz Babaşçu’nun ifade ettiği; “
10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir.
İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.” şeklinde oldu.
Yani
toplumsal barışı güçlendirecek bir sosyal restorasyon dönemi değil, toplumu tek bir kültürel kimlik doğrultusunda dönüştürme süreci yaşandı. Bu yönüyle kaçınılmaz olarak kutuplaştırıcı oldu.
2018’de hayata geçen Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi ile de ülke her alanda ağır bir buhran yaşamaya başladı. Son dönemde en çok ekonomik sorunlardan bahsetsek de her alanda benzer bir buhran yaşadığımız da açıktır.
Özetle
makro alanda siyaseti devletten topluma taşıma, Türkiye’yi normalleştirme, sivilleşme ve kendisi de marjinal bir kimlikten kurtarıp merkez partisi haline getirme iddiasındaki AK Parti, 2011’den sonra
mikro alanda “değer temelli” tüm söylem ve siyasal tercihlerinde
bir merkez partisine değil tam tersine
muhafazakâr hatta lümpen popülist sağcı bir partiye dönüşmüştür.
Kadından gençliğe, doğum yönteminden çocuk sayısına, alkol düzenlemesinden düşünce ve ifade özgürlüğüne kadar pek çok alanda siyasal söylem ve düzenlemeleri özgürlükçü değil tersine muhafazakâr, popülist sağcı bir siyaset hâkim oldu.
Bu açıdan siyasi iktidar 2023’teki seçimi sıradan bir seçim olarak görmüyor. Kurduğu düzeni sürdürmek istiyor. Sadece siyasi iktidar değil bu düzeni sürdürmek için ortak ettiği her yapı, kurum ve kişi seçimin kaybedilmemesi için yoğun bir çaba içinde. SADAT tipi kurumların esbabımucizesi de buradadır.
Siyasi iktidar 2023’teki seçimi sıradan bir seçim olarak görmüyor. Sadece siyasi iktidar değil bu düzeni sürdürmek için ortak ettiği her yapı, kurum ve kişi seçimin kaybedilmemesi için yoğun bir çaba içinde.
Bulunduğumuz noktada siyasi iktidarın seçimi kaybetmemesi iki şeye bağlı görünüyor: İlki yurt dışında büyük miktarda kaynak bulmasına, ikincisi ülke içinde önceliği ekonomik sorunlarından güvenliğe dönüştürmesine…
Bunlardan ilkinin gerçekleşmesi imkansıza yakın görünüyor. O yüzden ikinci seçeneğin hayata geçirilmesi konusunda hayli çalışma yapılıyor.
Bunun için öncelikle tabanı konsolide edecek adımlar atılıyor. Son dönemde özellikle yasaklar bu amaçla dönük. Nitekim, iktidar her türlü yasağı “İslami kodlar”la açıklayarak tabanını konsolide etmeye çalışıyor.
İkincisi de ülkenin yeniden güvenliksizleştiği algısı yaratılmaya çalışılıyor. Son dönemde birden artan mülteci, sığınmacı tartışmaları bu sürecin bir parçası olarak okunabilir. Aynı şekilde SADAT tipi kurumların oynayabilecekleri rol de bu kapsamda öne çıkıyor.
Yazının başına dönersek; Kılıçdaroğlu’nun çıkışını bu noktada okumakta fayda vardır.