Diplomasi ve müzakerelerin sürdürülmesi, her zaman kuru hamasetten daha etkili olacaktır. Demokratik bir Türkiye ve Ortadoğu’nun inşasıyla çocuklarımıza güzel bir gelecek bırakabiliriz. Yeter ki artık olup bitenleri adıyla tanımlayabilelim. Seçimlere kadar, şiddet/teröre mesafe konulup konulmadığı meselesi, belli ki gündemin öne çıkan temalarından biri olacak. HDP’nin kapatılma davası eşliğinde bu tartışmanın ana akım medyanın da en sevilen konusu olduğunu görüyoruz. Herkes hukuk teminatının öneminden bahsediyor, hukukun üstünlüğünden dem vuruyor, ama ekranlar mahkeme salonuna dönmüş vaziyette ve hüküm çoktan verilmiş durumda. Siyasiler de bundan geri kalmıyor, iktidar Anayasa Mahkemesi’ne her türden telkinde bulunma hakkını kendinde gördüğü gibi, Bahçeli bunla da yetinmeyip Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması gerektiği tehditlerini savurabiliyor. Anayasa Mahkemesi’ne hakaret etmekse onun için serbest. Yargı reformu paketlerinde Adalet bakanlarına bu ve benzeri hatırlatmaları yaptığımızda, her sefer hak veriyorlar, ama durumda değişen bir şey yok. HDP yöneticileri de şiddeti teşvik etmenin suç olduğunu, partilerinde buna benzer bir tutum görseler, önce kendilerinin iç hukuklarını işleteceklerini ve suçun şahsiliği ilkesini vurguluyorlar. Birçok televizyon programında, “Bırakalım, kararı yargı versin” dediğimde, kendilerine kanaat önderi rolü atfeden “kıt kanaat” önderleri, kanaatlerini kesin kanıt gibi sunabiliyorlar. Şiddet ve terörü teşvik bir yana, tedhişin kendisine karşı çıkıp demokratik siyaseti savunanların siyasi kıymeti görmezden geliniyor. Şiddet ortamını en aza indirmenin yolu, TBMM başta olmak üzere demokratik siyasetin alanını genişletmekten, her özneyi demokratik siyaset sisteminin dışına itmek bir yana, sistemin katılımcı bir parçası yapmaktan geçtiğini hepimiz biliyoruz. Şiddet ve teröre karşı çıkmak yetmiyor, teker teker teröre başvuran örgütleri sayarak bunlara karşı çıktığınızı deklare etmeniz gerektiği tebliğ ediliyor. Millet İttifakı’nın Ortak Mutabakat metninde örgüt adları teker teker sayılmamış diye itham konusu yapılabildi. 1960’larda tarihsel TİP meclisteyken de Adalet Partililer “komünizmi telin etmelerini” isterlerdi, “sosyalist olduğunuzu söylemeniz yetmez, komünizme de karşı olduğunuzu, telin ettiğinizi söyleyin” diye siyasi siparişler verilirdi, siyasi mobbinge tabi tutulurlardı. Yıllar sonra, Demirel cumhurbaşkanıyken bir sohbetimizde, Sadun Aren’e selam yollamış, “meclisin kalitesini artırmışlardı, ama biz kıymetlerini o dönem bilemedik” demesi hafızamda kalmıştır. Terör, tanım gereği, siyasi amaç uğruna şiddete başvurmak anlamına geliyor, kelime kökeni de bu yüzden halkı dondurmak demek. Bugünün dünyasında halkın gönlünü, rızasını almak tabii ki tek yöntem, siyasette araçlarla amaçlar arasında uyum olması ve siyasetin ahlaka tabi olması gerekiyor. Fransız devriminde savunulan Jakoben şiddet/terörden, 60’lı 70’li yılların devrimci şiddet ve teröründen geriye pek bir şey kalmadı ki, bu türden itham ve suçlamaları artık kimse kabul görmüyor, savunmaya geçiliyor. Tam da bu yüzden, şiddete dayalı politik devrimler uzun ömürlü olamadı, toplumsal devrime dönüşemedi. Silahlı mücadeleye dayalı gelenekler, özellikle Güney Amerika’da sandık merkezli demokratik mücadele örgütlerine evrildiler. Bir zamanlar revizyonist bulunup tu kaka edilen, insanların onayını almaya dayalı siyaset biçimleri tekrar revaçta artık.
Fransız devriminde savunulan Jakoben şiddet/terörden, 60’lı 70’li yılların devrimci şiddet ve teröründen geriye pek bir şey kalmadı ki, bu türden itham ve suçlamaları artık kimse kabul görmüyor, savunmaya geçiliyor.
Terör örgütü denilen yapılar, özellikle 60’lı, 70’li yıllarda devrimci terörü savunurlardı ve Baader-Meinhof, Kızıl Tugaylar, Kızıl Ordu gibi yapılar, ağırlıklı olarak kentlerde konuşlanan, toplamı 50-60 kişilik dar hücre yapılanmalarıydı ve kendilerini sürdüremedikleri gibi, toplumdan da onay alamadılar ve marjinalleşerek sönümlendiler. Otoriter, ceberut devlet yapılanmaları da bu tür siyasi yapılar üzerinden toplumsal destek bulma fırsatını kaçırmadı. Bugün, Hamas, PYD, PKK gibi yapılar ise, düzenli askeri birlikleri olan, toplumsal karşılıkları da bulunan yani kitlesel destek kazanabilen siyasi teşekküller. Tam da bu noktada işler, tanımlamalar karışıyor, çatallaşıyor. Bu durumda, “terör örgütü diyor musun, demiyor musun?” polemik ve ithamlarını nasıl ele almak ve bu durumu nasıl aşabilmek gerekiyor? Soruya vereceğiniz cevap kadar, sorunun nasıl tanımlandığı, durumun karmaşıklığına tam tekabül etmiyor. Bana ne zaman buna benzer sorular sorulsa verdiğim standart bir cevap var: Abdullah Öcalan, yaptığı savunmada ve sonraki açıklamalarında izledikleri şiddet/terör siyasetinin yanlış olduğunu, artık bunların geride kaldığı ve reddedilerek demokratik bir siyaset dönemine geçilmesi gerektiğini işaret etmişti. “Kurucu şiddet/türev şiddet, sadece vergi verdiğiniz kurumları eleştirebilirsiniz” vs. gibi ezber ve klişelerin bugün bir karşılığı yok. Usame bin Ladin, İkiz Kuleler’e saldırısında, Hrant Dink ve 264 aydınımızla birlikte “terörün gücüne, gücün terörüne karşı” net bir tutum almıştık. İnsan hakları örgütleri de dünyanın her yerinde, devlet ve devlet dışı aktör ayrımı yapmıyor artık. İhlali kim yapıyorsa karşı çıkıyorlar. Yaşam hakkı ihlali, en temel insan hakkı ihlali. Türkiye’den de bir örnek verecek olursak, Marmara Oteli’nin girişindeki kafeye bombalı saldırıyla Onat Kutlar ve Yasemin Cebenoyan gibi arkadaşlarımızın ölümüyle sonuçlanan eylemlerin bir terör eylemi olduğu ortadadır. Bu örgütlerin şiddet ve teröre yönelik eylemlerini eleştirip, aynı zamanda sosyolojik ve siyasi boyutuna da işaret etmek, zaten açılım süreci gibi çözüm umutlarının yeşerdiği zamanları bizlere yaşattırdı. PKK’nın dönüşümüyle siyasetin dönüşümünün senkronizasyonuna dayanıyordu bu süreçler ve toplumumuzdaki bu umut, bizim kendi sorunumuzu kendimizin çözebilmesi ihtimali, birçok küresel gücü ciddi bir şekilde rahatsız etti. Böylesi bir perspektifle ancak, bu yaşanan kilitlenmenin aşılabileceği kanaatindeyim, yoksa bu arkaik pozisyonlarını hâlâ koruyanlar, sadece can ve zaman kaybına neden olmaktadırlar. Kürt sorunun uluslararası bir boyutu olduğu da malumumuzdur. Suriye’nin toprak bütünlüğünü esas alan demokratik bir Suriye’nin inşasında, merkezi hükümetin egemenliğinin olmazsa olmaz koşulu olan sınır güvenliğini kendisinin sağlaması ve tüm yabancı devlet güçlerinin ülke sınırlarının dışına çıkmasından başka bir yol haritası yok gibi gözüküyor. Diplomasi ve müzakerelerin sürdürülmesi, her zaman kuru hamasetten daha etkili olacaktır. Demokratik bir Türkiye ve Ortadoğu’nun inşasıyla çocuklarımıza güzel bir gelecek bırakabiliriz. Yeter ki artık olup bitenleri adıyla tanımlayabilelim, kafamızı kumlara gömmek inadından vazgeçelim.