Dünyayı teröre boğan, yarattıkları şiddet dalgasıyla binlerce insanın yaşamını yitirmesine neden olan terör örgütlerinin ideolojik vahası olması yönüyle, İslam’ın en radikal kolu olarak kabul edilen Selefilik üzerine Avrupa’da devam eden tartışmalar boyut kazanarak sürüyor. Fransa’nın Strasbourg kentinde kurulan Noel pazarındaki saldırıyı düzenleyen İslamcı/faşist terörist Şerif Şekat, dikkatlerin, ideolojik örgüsünü fundamentalist unsurlar üzerine bina eden Selefiliğin cezaevi örgütlenmeleri üzerinde yoğunlaşmasına neden oldu. Avrupa sathındaki onlarca kanlı saldırının planlayıcısı ve düzenleyicisi örgütlerin ilham kaynağı olan Selefilik, terör uzmanlarınca, “eyleme yönelik bir hareket” bir hareket olarak tanımlanıyor. Püriten ve literalist İslam’a dönüş çabası içerisinde olan bu hareketin mensupları ise kurdukları terör örgütlerinin ön saflarında masumların kanını dökerek bu amaca hizmet ettiklerine inanıyorlar. Avrupalılar, tüm bu gelişmeleri kaygıyla izliyor. Özellikle, IŞİD saflarında çatışan bin 500 civarında teröristin geri dönmesini de buna eklersek kaygının boyutlarının şu anda tahminlerin ötesinde olduğu tespitini yapmak pek güç olmayacaktır. Öyle ki Ortadoğu’da yarattıkları cehennemin başlarına çökmesinin ardından vatandaşı oldukları AB ülkelerine dönen bu canilerin apar topar cezaevlerine konulması yaşanan paniği özetlemesi açısından önemli kanımca. Birçoğunun davaları devam ediyor. Bununla birlikte bunların cezaevlerinde birer propaganda makinesi gibi çalıştıklarından kimse şüphe duymuyor. Peki bu canilerin konulduğu cezaevleri ne durumda? Ezcümle Avrupa’daki cezaevleri, adeta radikal İslamcı örgütlerin kuluçkaya yattığı merkezlere dönüşmüş durumda. Örgütler, burada devletin “şefkatli” kolları arasında gelişiyor, İslamcı/faşist ideolojisini yayıyor ve kadrolarına yeni cellatlar katıyor. Bu tarafıyla cezaevleri, temelinde radikal İslamcı ideolojinin bulunduğu teröre karşı verilen mücadelenin laboratuvarları haline geldi. Cezaevleri, buraya ilk kez gelen ve İslam’ın radikal unsurlarıyla daha önce hiç temas etmemiş olanlar için bir anaokulu görevi ifa ediyor adeta. Bunların arasında radikalleşmeye müsait olanlar, ailelerinden ve sosyal ortamlarından koparılmış olmanın verdiği kızgınlıkla Selefizm benzeri antisosyal, saldırgan ve şizofrenik ideolojilerin etrafında kümeleniyorlar. Amsterdamlı Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Bünyamin Hirman, bu anlatının en tipik örneklerinden biri. Hirman, 2003 yılında hırsızlık ve gasp suçuyla girdiği cezaevinde radikal İslamcı unsurlar tarafından “kadroya” alındı ve din değiştirdi. Uzun bir süre hapiste kalan Hirman, ailesini ziyaret etmek için cezaevinden çıktığı gün düzenlediği saldırıda, iki polis memuru ile gasp etmeye çalıştığı bir aracın sürücüsünü öldürdü. Strasbourg saldırısını düzenleyen Şekat’ın da Almanya’da uzun yıllar kaldığı cezaevinde radikalleştiğine iddialar sıkça dillendiriliyor. Tam da bu noktada vurgulamak gerekiyor ki veteran IŞİD teröristleri tarafından Avrupa’ya taşınan bu ideoloji, benzerleri arasında en vahşisi, en kanlısı ve en acımasızı. Bilimsel çözüm önerisi Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi Başkanı Alain Fuchs, bilimin, terör sorununun çözümlenmesine olanak sağlayacak yeni ufuklar açabileceğini söylüyor. Fuchs, toplumbilim, siyasal bilimler, insanbilim ve ruhbilim uzmanlarından oluşan ekiplerin köktendincilik konusunda, örnekler üzerinden yola çıkarak araştırmalar ve çalışmalar yapmalarını öneriyor. Zira cezaevlerinde radikalleşen mahkûmlarla birebir yapılan terapilerin olumlu sonuçlarına ilişkin çok sayıda örnek bulunuyor. Nitekim bu yönde yapılan çok sayıda bilimsel çalışma, “terör cezaevlerinde büyüyor” sonucuna ulaşıyor. Araştırmalar, demir parmaklıklar arasında geçirilen sürenin, İslamcı/faşist ideolojiye iman edilmesinde çok önemli bir rolü olduğuna işaret ediyor. Tutukluların ya da hükümlülerin, bu süre içerisinde radikal İslamcı terör çetelerinin etkisinde kaldıkları ve bunlarla kalıcı bağlar kurdukları ifade ediliyor. Radikalleşme sürecinin en önemli tetikleyicisi ise cezaevinden çıkıldığında işsiz kalma ve toplumdan dışlanma korkusu. Bunda AB ülkelerinde yükselen neofaşizmin yaydığı nefret, ayrımcılık ve dışlamanın önemli katkıları olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Nüfusunun yalnızca yüzde 5’i Müslüman olan Almanya’da yine mahkûmların yaklaşık yüzde 25’nin Müslüman olması tehlikenin büyüklüğü hakkında görüş sahibi olunması açısından yeterlidir kanımca. Burada temel mesele, kullandığı yazılımı ve programı sürekli güncelleyen radikal İslamcılara yönelik gerekli ve verimli işbirliğinin halen yapılamaması. Selefilik, belki içinde bulunduğumuz şu zaman diliminde alana nicelik olarak hâkim değil ama gelecek birkaç yıl içerisinde nitelik olarak başat hale geleceği oldukça açık. Selefilik, bu arkaik ve ucube haliyle bulundukları ülkelerdeki sistemden ve klasik İslam anlayışından bıkmış insanların “kurtuluş ümidi” haline gelmeye devam ediyor. Kazan/kazan ilişkisi Terörle mücadelede, onun ekonomi-politiğini anlamanın ve kaynaklarını kurutmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Avrupalı devletler, cezaevlerinin içerisinde bulunduğu duruma ilişkin elbette çeşitli çalışmalar yürütüyor. İnfaz memurlarının eğitimi, cezaevlerinde görevlendirilmek üzere dil bilen imam kadrosu açılması vb. Strasbourg tarzı saldırıları göz önüne alırsak bu çalışmaların başarıya ulaşmasının zaman alacağını söyleyebiliriz. Mesele, artık neredeyse bir “göçmen kıtası” haline gelen Avrupa’nın ekstrem eğilimleri olan ideolojilerin etkisine girmesini önlemek. Sanırım mücadeleye buradan başlamak gerekiyor. Yukarıda bahsettiğimiz cezaevi sorunu da bu büyük resmin bir parçası aslında. Sadece İslami terörizm mi var? Tabii ki hayır. Yaşlı kıta şimdi siyasi dinamiklerinde kılcal damarlara kadar sızan aşırı sağ/neofaşizm meselesiyle de uğraşıyor. Faşist Müslümanların düzenledikleri saldırılar ya da Avrupalı neofaşistlerin nefret gösterileri, hedefleri itibarıyla özdeş. İki kesim de birbirinden besleniyor, saldırıları diğerinin yaşamaya ve güçlenmeye devam etmesi için düzenliyor. Çünkü doğru orantılı bir şekilde büyüyor ya da küçülüyorlar. Mesele bu kadar net. Bu nedenle, AB ülkelerinde ordu, polis ve istihbarat teşkilatları içerisinde küçük ama güçlü hücreler şeklinde örgütlenen neofaşistlerin, cezaevlerindeki Selefist diktatörlüklerin yıkılmasına katkı sunmaya pek de gönüllü olacaklarını sanmıyorum.  Çünkü sürüp giden hastalıklı düzen, bu iki sapkın grubun lehine sonuçlar üretiyor. Kazan/kazan ilişkisi özetle. Bu mücadeleden kimin galip çıkacağı bilinmez ama kaybedenin kim olacağı şimdiden belli. Kaybeden, bünyesinde bir hayli entelektüel birikim barındıran, demokratik kültürü güçlü Avrupa medeniyeti olacaktır. Kendileri gibi inanmayan ya da yaşamayan ve kendilerine benzemeyen herkesten nefret eden, ideolojilerini bu nefretin yaktığı ateşle harlayan insanlık dışı sistemlerin nasıl bir gelecek vadettiğini Hitler’den, Mussolini’den, Taliban’dan, IŞİD’ten ve El Kaide’den biliyoruz. Cezaevleri, Avrupa’nın göbeğine yerleştirilmiş birer saatli bomba adeta ve zaman daralıyor.