Avrupalı sosyal demokrat partiler, ortaya çıkmaya başladıkları dönemde somut ilkeler ve hedefler üzerinden yol alıyorlardı. Bu partiler, o dönemde hızlanan sanayileşme zemininde sayıları giderek artan işçilerin, ekonomik ve sosyal durumlarını düzeltmeyi hedefliyorlardı. Yani kurucu köklerinin tutunduğu işçi toplumuna sahip çıkıyorlardı. Yaşadığımız yüzyılda siyasi ve ekonomik ilişkileri temelinden şekillendiren “küreselleşme” projesine pek ısınamayan sosyal demokratlar, önemli bir bölünme yaşadılar. Bir kısım sosyal demokrat, küreselleşmeyi ön koşulsuz kabul edip kendini ona uygun bir formasyona adapte ederken diğer kesim ise kısmen milliyetçi iddialarla bezeli “ulusal bir sosyal devlet” fikrinden hareketle bu olguyu cepheden reddeden bir tavır sergiledi. Bu ikili pozisyon, sosyal demokratlar için gelecekte yaşanacak büyük sıkıntıların işaret fişeğiydi. Zira Avrupalı sosyal demokratlar, devam eden süreçte, küreselleşme yandaşı politikacılar yüzünden ana kitleleri olan işçi sınıfını kaybettiler. Bugün sosyal demokrat partilerden kopan seçmenlerin siyasetin en solunda ya da en sağında politika yapan partilere angaje olduklarını görüyoruz. Kapitalizm, politik meşruiyetini sağlayan demokrasiden uzaklaşırken, sosyal ve ekolojik hedefleri sümen altı ederken, solun içerisinde bulunduğu atalet seçmenlerin bu partilere daha da yabancılaşmasına neden oluyor. Aşırı sağ, kapitalizmin demokrasiyi dışlayarak yarattığı bu boşluğu verimli bir şekilde kullanırken aklıma Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Paul Joseph Goebbels’in “Demokrasi iktidarı ele geçirmek için en iyi rejimdir” sözleri geliyor. Dünya ölçeğinde demokrasi, yoğun bakım ünitesine bağlı halde yaşamını sürdürmeye çalışırken onu kurtarması için davet edilen seçilmiş diktatörler de cenaze için son rötuşları yapıyor. Yeni otoriterler, sosyal ve ekolojik yıkımların yarattığı çöküşün demokrasiyle düzeltilmeyeceğini gördükleri için demokratik hakları teker teker yürürlükten kaldırıyorlar. Sol’un bu yok oluşa karşı mücadele edememesi, insanların peşinden gidecekleri yeni bir hikâye yazamaması çözümsüzlüğün kangrenleşmesini tetikliyor. Kapitalizmin geldiği noktada emekçiler için işsizlik, sefalet ve güvencesiz çalışma hayatı iyice kemikleşiyor. Sol’un çaresiz kaldığı, tükendiği bu zaman diliminde acımasız kâr hırsıyla hareket eden kapitalistler doğayı da talan ediyor. Şimdi kapitalizm, emekçi sınıfını, “ekolojik intihara ses çıkarmayın yoksa ekonomik çöküş yaşarız, işsiz kalırsınız” tehdidiyle insanlık dışı koşullarda yaşamaya ve çalışmaya zorluyor. Emekçilerin bu yaşadıklarının en büyük sorumlusu maalesef küreselleşme ve milliyetçilik yanlısı partilerin kuyruğuna takılan sol-sosyal demokrat politikacılar oldu. Sol’un içinden geçilen dönemi iyi tahlil edecek ve yenilenmeye angaje olacak bir siyasete ihtiyacı olduğu açık bir şekilde ortada. Ben inanıyorum ki bu ekolojik, sosyal ve ekonomik çöküşü durduracak reçeteyi sadece sol yazabilir. Köln Üniversitesi’nden Prof. Siebo Jannsen bir makalesinde, “Kapitalist sistem, kendi çerçevesi içinde mantıksal olarak çözümü olanaksız, sayılamayacak kadar çok toplumsal sorun yaratmıştır. Üretimi artıran teknolojik ilerlemeler, sanayilerin bütünlüğünü parçalamış, çok sayıda işçiyi işsizliğe ve sefalete sürüklemiştir” diyor. Sol’un ivmeli bir şekilde doldurması gereken, emekle ve emekçiyle direkt ilişkili bu büyük boşluğu faşist partilerin dolduruyor olmasını neyle açıklamaya çalışırsanız çalışın mantık almıyor. Dünya’nın her yerinde solun bu post-faşist ulusal otoriterlik ve neo-liberal piyasa otoriterliğiyle mücadele ilkeleri içeren bir programla ortaya çıkması gerekiyor. Aksi halde sol bu kötü gidişatıyla siyasetin gettosu olmaya oldukça yakın görünüyor. Post-faşist harekete verilecek en güzel yanıt… Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) içerisinde bulunduğu durum, ete kemiğe bürünmüş haliyle yukarıda anlattıklarımızı somutlaştırıyor. Ülkede son yapılan anketlere göre faşist parti AfD, Sosyal Demokrat Parti’nin önüne geçmiş görünüyor. SPD’nin, anketlerde yer alan yüzde 15.5’lik oy oranıyla tam bir çöküş içerisinde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Faşist partinin ise yüzde 16’lık oy oranına ulaştığı belirtiliyor. Soldaki diğer partilerden Yeşiller yüzde 13, Sol Parti ise yüzde 11 ile durumlarını stabilize etmiş vaziyette. Sol, Almanya’da yerlerde sürünüyor. SPD’nin bu durumda olmasında ilkesiz ve şahsiyetsiz politik anlayışıyla eski genel başkan Martin Schulz’un büyük katkısı olduğunu söylemeliyiz. Schulz ve ekibi, Hristiyan Birlik ile koalisyona önce “hayır” sonra “evet” dediğinden bu yana partinin oyları güneş altında kalmış kar gibi eriyor. Şimdi SPD üyeleri koalisyonu oyluyor. Eğer oylamada “evet” çıkarsa bu SPD’nin son zafer çığlığı olabilir. Parti üyeleri koalisyona “hayır” derse erken seçim gündeme gelebilir ve bu seçimden ırkçı partinin büyük bir zaferle çıkacağına dair tespitin yer aldığı pek çok anket bulunuyor. Durum SPD için bu kadar karanlık. Almanya’nın en eski siyasi partisi SPD’nin yaşadığı bu çöküşün, Avrupa’nın diğer sosyal demokrat partilerini de olumsuz etkileyeceğine kuşku yok. Avrupa’da sol, tüm ülkelerde geriliyor. Post-faşist harekete verilecek en güzel yanıt, Avrupa’da kurulacak bir sol cephe ile olacaktır. Avrupa’da bulunan tüm sol partilerin omuz omuza yaratacakları bir mücadele hattıyla olacaktır. Zira muhafazakâr partiler, düşünce zeminlerini çoktan aşırı sağa kaptırdılar. Özetle demokrasi, işlevsel olarak kapitalizmle girdiği güçlü dayanışma nedeniyle ekolojik, sosyal ve hukuksal sorumluluklarını yerine getiremiyor. Sol, dini fundamentalist ve faşist akımların çağdaş medeniyete saldırısının giderek yoğunlaştığı bu dönemde kafasını gömdüğü kumdan çıkaramazsa sonsuza kadar siyasetin gettosuna hapsolma riskiyle karşı karşıya kalabilir.