Fransa’da, bir öğretmene yönelik radikal İslamcı terör saldırısının ardından Nice kentindeki kilisede insanların vahşice katledilmesine Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin verdiği tepkiler, Avrupa ve İslam arasında süregiden “gönülsüz birliktelik” meselesinin nasıl kanserli bir hale dönüştüğünü göstermesi bakımından oldukça anlamlıydı. Saldırıların hemen ardından Fransa’da yoğunlukla Selefilere ve camilerine yönelik düzenlenen operasyonların, İslam dünyasında “dinimize saldırılıyor” psikolojisiyle eşleştirilmesi elbette önemli bir sıkıntıya işaret ediyor. Nedir bu sıkıntı? İslam’ın bugün Avrupa kıtası içerisinde sosyolojik açıdan bir gerçeklik haline gelmesi ve modern batı dünyasının çağdaşı pozisyonuna yerleşmesi… “Çağdaşı” derken bunu sadece içerisinde bulunulan zaman dilimi açısından algılamanızı arzu ederim yoksa vahabi/arkaik İslam anlayışı ve modern zamanlar arasındaki anakronizm hakkında uzun uzun konuşacak ya da yazacak değilim. Özellikle 2015 yılında yoğun olarak yaşanan Ortadoğu kaynaklı göç, zaten var olan sıkıntıların büyümesine katkı sunması açısından önemli. O dönemde Müslümanların yaşlı kıtaya kafileler halinde gelmesi Avrupalılar için coğrafi açıdan “ne kadar uzak o kadar güvenli” anlayışının yıkılışını temsil ediyordu. Mesafenin sağladığı güvenli alandan çıkma halinin yanı sıra Ortadoğulu Müslümanlarla yakın fiziksel temas, sorunu buhran noktasına taşıdı. İşte, “kıtayı İslam istilasından kurtarmak isteyen” Avrupalıların bir araya gelerek kurdukları PEGİDA benzeri aşırı sağcı siyasi yapılar bu iklimin ürünü olarak ortaya çıktı. Büyük göçün ayrıca, İslam ile modernite arasındaki derin anakronizmayı açık seçik bir şekilde gözler önüne sermesi yönüyle de oldukça işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. İslam’ın, Batı medeniyeti içerisinde kendine yer edinebilecek ya da ona uyumunu sağlayabilecek bir mekanizmayı asla geliştiremeyeceğini Fransa ve Avusturya’da düzenlenen son terör saldırıları belgelemiş oldu. Tüm bu meselede en yalın şekliyle Avrupalılar açısından yakıcı sorunun, radikal İslam ile ortak bir zaman dilimi ve ortak bir mekânı paylaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Avrupalıların bu bağlamda yanıt bulmaları gereken en önemli soru bana göre, "Avrupa Birliği artık bir barış ve uzlaşma projesi olarak yoluna devam edebilecek mi" olmalı. Çünkü AB projesi, bir süredir birbirlerinden beslenen neonazi oluşumlar ile İslamcı terör organizasyonları arasında eriyor. Bu iki odağın yaşadığı mücadele, Avrupa Birliği projesine bugün açıktan meydan okuyor, hatta onu yok etmeye doğru ivmeleniyor. “İÇİMİZDEKİ DÜŞMAN” Müslümanların karıştığı her terör eylemi, Avrupalılar açısından, "içimizdeki düşman" metaforunu daha da güçlendiriyor. Bakın burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta var. Avrupa kentlerinde meydana gelen terör saldırılarının büyük bir bölümünde, o ülkede doğmuş, o ülkenin kurumlarında eğitim almış Müslümanlar rol alıyor. Bir süre önce yapılan Viyana saldırısında olduğu gibi. Bu veriyi kullanan Avrupalı bazı siyaset uzmanları ise "Ne yaparsak yapalım Müslümanlar buraya ait değil, olamazlar. Çünkü bu eylemler ulusal köklerin ötesinde ümmetçi motivasyonlarla yapılıyor" tezini işliyorlar. Müslümanların, esasında “hiç saygı duymadıkları” bir kültür biçimi içerisinde sırf maddi, medeni imkânlar ile sunulan fırsatlar sebebiyle yaşamaya zorlamaları bu anomaliyi ortaya çıkarıyor. Geçenlerde sohbet ettiğim bir Alman arkadaşım, Selefilerin kent merkezinde kurduğu bir stanttan Kur’an-ı Kerim almak istemiş. Orada bir görevliye fiyat sormuş. Bakın bundan sonra ki diyalog çok ilginç. Selefi, bizim arkadaşa, "Müslüman mısın" diye sormuş. Bizim arkadaş da "Hayır" demiş. Selefi bunun üzerine, "O zaman sana bu kitabı ücretsiz vereceğim. Senin paran pis ve kirli satın alamazsın. Çünkü sen Müslüman değilsin" demiş. Bizim arkadaş da "O zaman burada ne arıyorsun, parası temiz olanların ülkelerine gidin" şeklinde tepki göstermiş. Adama ülkesinde hakaret etme cüretini kara cehalet ve gözü dönmüşlük dışında başka neyle açıklayabiliriz ki? Bizim bu Alman arkadaş aslında çok hümanist ve oldukça ön yargısız biridir. Onun verdiği bu “gidin o zaman ülkemden” tepkisine bakarak, kıtada aşırı sağın nasıl bu kadar güçlendiği konusunda az da olsa fikir sahibi olabiliriz. İşte yukarıdaki örnekte olduğu gibi İslam’ın Avrupa toplumsal yaşamı içerisindeki görünürlüğünün değişik tarafları kamusal tartışmalar içerisinde yer aldıkça din siyaset konusu olarak değerlendiriliyor. Kendi ülkelerinde ömürleri boyunca “demokrasi”nin kırıntısına muhatap olamamış insanların, Avrupa ülkelerinde kendilerine demokratik davranılmadığından bahisle sistemle kavgaya tutuşmaları hiç samimi ve inandırıcı gelmiyor. Hele hele bunu püriten İslam anlayışını dayatan Selefilerin yapması doğrusu bunların da ötesinde komik geliyor. Söylenmesi gereken şu ki, fundamentalist İslamcılar Avrupa’da hiç inanmadıkları, “şeytani” ilan ettikleri demokrasinin yarattığı imkânlardan faydalanarak örgütleniyor, çoğalıyor tıpkı Neonaziler gibi. Bu nedenle her iki terör cenahına da gereğinden fazla müsamahakâr davranıldığını söylemek yanlış olmaz. Son tahlilde, Müslümanların bütüncül bir İslami kimliğe sahip olma arzularını terk etmelerinin mümkün olmadığı görülüyor. Avrupalılar içinse Müslümanlar ile ortak bir yaşamı reddetme tavrından ya da Avrupa kimliğinin saflığından vazgeçmek gibi bir seçenek olmadığına göre bu hastalıklı ilişkinin daha ciddi çatışmalara gebe olduğunu söylemek yanlış olmaz. “İÇ İÇE GEÇİŞ” DURUMU Fransız Filozof Monique Canto-Sperber’in her iki kültür arasında artan yabancılaşma konusunda tespitleri çok önemli. Sperber, “Dünyanın yeni durumunda kendini ötekilerle kıyaslamaktan kaynaklanan tutkular öne çıkıyor. İmrenme ve hınçtan, kör bir yok etme isteğine kadar uzanan tutkular bunlar” diyor. Yani İslam ve Hristiyan Avrupa kültürü arasında yaşanan yakın temas durumlarında ortaya çıkan en ufak bir farklılık karşılaştırmaya neden oluyor, bu vaziyet de ötekine karşı olan kaygı ve korkuları tetikliyor. Şunu net bir şekilde tespit etmek gerekiyor, İslam, Avrupa sathında yerleşik kültüre uyumsuz ve onu reddeden bir kimlik ifadesi olarak öne çıktığı sürece sorun büyüyecektir, bundan da Avrupa Projesi zarar görecektir. Sonuç olarak, hep söylenegeldiği üzere “faşizm yerleştiği toprakları bir daha terk etmiyor” Avrupa’da da durum böyle cereyan ediyor. Avrupa’nın faşist geçmişi yakasını bırakmıyor bugünü şekillendirmeye devam ediyor ve belki geleceği de… Kültürlerarası çatışmalar; “kültürlerarası diyalog” ya da “kültürlerin bir arada yaşaması” benzeri içi boş sloganvari önermelerle sona erdirilemez. Avrupa’da yaşanan şey, Siyaset Bilimci Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin tespitiyle bir “iç içe giriş” durumu. Göle bu duruma ilişkin olarak, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa adlı kitabında, “Bir iç içe giriş süreci yani bedende, bellekte ve mekânda kendini gösteren bir kavga süreci söz konusu. İki taraf, artık iyice belirgin hale gelmiş anakronizmalara katlanmaksızın, tartışmaksızın veya arada uyumsuzluk olduğunu kabul etmeksizin birbirleriyle çağdaş olamayacaklar, birbirlerine yakın hissedemeyecekler” diyor. Ezcümle sorgusuz, sualsiz bir karşılıklı reddiye söz konusu burada. Bu anlamda iş biraz da yerleşik kültürle daha uyumlu ve sorun yaşamadan diyalog kurabilen Müslümanlara düşüyor. Yemek için helâl et kullanan bir restoran ararken saatlerini harcayan Müslümanların güçlü retoriklerden beslenen bu sorunsal karşısında, dini kafalarına göre yorumlayan cami vaizlerinin ezberlettiği klişeleri tekrarlamaktan başka bir yol bulmaları gerekiyor sanırım artık. Bu süreçte, radikalizmden kendini soyutlamış Avrupalı Müslümanların, yaşadıkları uyumsuzluğu aşmak için içerisinde bulundukları endoktrinasyonel pozisyondan sıyrılarak, entelektüel otonomilerini destekleyecek açılımlar geliştirmeye daha fazla zaman ayırmaları gerekiyor diye düşünüyorum. Belki bu yolla bir uzlaşma ya da konuşma zemini oluşturulabilir.