Irkçılık ve faşizm, ata yurdu Avrupa’da giderek yükselen bir dinamizmle genel politika üzerindeki etkisini artırmaya devam ediyor. AKP’li politikacılar ise kullandıkları diplomatik olmayan kaba lisan ile bu yükselişte adeta doping etkisi yaratıyor. Bu söylem, Türk politikacıların Avrupalı seçmenler nezdinde “tehlike” olarak algılanmasına neden olurken, bu durumu kullanan aşırı sağcı siyasetçilere de politik malzeme oluyor. Esasında “yabancı düşmanlığı” ya da “ırkçılık” denildiğinde akla ilk olarak Almanya geliyor ancak AB ülkelerinde yapılan seçimlerde çıkan sonuçlar, söz konusu ilkel politik kavrayışların bu ülke ile sınırlı kalmadığını gösteriyor. Yakın zamanda Avusturya, Hollanda, Macaristan, İsveç ve Fransa gibi ülkelerde aşırı sağın elde ettiği başarı, AB içerisinde ne kadar örgütlü ve etkili bir siyasi hareket olduklarının somut birer örneği olarak karşımızda duruyor. Avrupa aşırı sağı, vatandaşların ihtiyaçlarına yanıt veremeyen, kapitalizmin yarattığı krizler karşısında çözümsüz kalan merkez partilerin başarısızlığı üzerinde yükseliyor. Aksi durumda aşırı sağ, sıkıntıları hafifletici ya da tamamıyla sona erdirecek politikalar üretmiyor. Aşırı sağ, bu süreçte merkeze doğru kayıyor. 2002 seçimlerinde Türkiye’de merkez sağın çatırdamasıyla birlikte AKP’nin iktidara taşınmasının benzer bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa, şimdi değerlerini bir kenara itip, vahşi kapitalizme yol açmanın bedelini ödüyor. Merkez partiler, elleriyle büyüttükleri vahşi kapitalizm tarafından oyun dışı bırakılıyor. Kapitalizmi büyütürken “sosyal devlet” olgusunu küçülten merkez partiler, bu yaklaşımın yarattığı büyük krizlerle baş edemiyor ve mevzileri popülist aşırı sağa terk etmek zorunda kalıyor. Kapitalizm, merkez siyaseti çökertme hamlesini ise bizzat kendisinden kaynaklanan krizlerden beslenen aşırı sağı kullanarak yapıyor. Bu bağlamda aşırı sağ partiler, ana akım partilerin pek ilgilenmediği ancak vatandaşlarda derin kaygılara neden olan yolsuzluk, göçmenler ve Avrupa entegrasyonu gibi önemli sorunlar üzerinden nemalanıyor ve güç devşiriyor. Örneğin, yoksul mültecilerin AB ülkelerine alınmasına karşı çıkan aşırı sağ, kıtadaki imkânların sadece kendilerine kullanılmasını isteyen yoksulların önemli bir bölümünün oyunu alıyor. Aşırı sağ, kategorik politika anlayışını duygulara seslenerek geliştiriyor ve yayıyor. Bununla beraber Avrupa’daki aşırı sağ politika ile Türkiye’deki iktidar politikası arasında bazı benzerlikler bulunuyor. Bu neofaşist partiler de merkez partiler de herhangi bir şekilde aradığını bulamayan toplum kesimlerine hitap ediyor ve “milli değerler” ya da “milli irade” retoriklerini sürekli ön planda tutuyorlar. Esasında bu durum, biri İslami referanslar diğeri hıristiyan değerler üzerinden politika üreten iki akımın ruh dünyalarının yakınlığına da işaret ediyor. Aşırı sağ Türk politikacılardan memnun Avrupa aşırı sağı şu sıralar mesaisinin önemli bir bölümünü Türkiye’nin AB’ye üyelik görüşmelerinin askıya alınmasına harcıyor. Bu konuda en büyük yardımı ise Türk politikacılardan alıyorlar. Türkiye’de son zamanlarda AB ile ilişkilere hâkim olan kaba üslup, adeta aşırı sağcıların ekmeğine yağ sürüyor. Zaten kendileri de zaman zaman Türk politikacıların bu üslubundan duydukları memnuniyeti dile getiriyorlar. Türkiye’nin AB’ye üyeliğini savunan Avrupa yeşilleri ve sosyal demokratları ise Türk politikacıların bu üslubunu öne süren aşırı sağcılara karşı çaresiz susmak zorunda kalıyor. Yine NATO ile ilişkilerin zayıflaması, Rusya ve İran ile yakınlaşma çabaları, aşırı sağcı politikacılar tarafından, “Bakın, biz demiştik, Türkiye Avrupa medeniyetine ait değil” sözleriyle saldırı argümanlarına dönüştürülüyor. Öte yandan, siyasal islamcı politikacıların Avrupa’daki Türk diasporasına dini önceleyen mesajlar göndermesi de aşırı sağcıların ve yabancı düşmanlarının söylemlerini tahkim ediyor ve daha da sertleşmesine neden oluyor. Avrupa’daki aşırı sağın gelişimine bakıldığında kutuplaştırmadan ya da bir “öteki” yaratmadan varlığını sürdürmesinin mümkün olmadığını görüyoruz. Aşırı sağ, gücünü “ötekine” saldırarak sabitliyor ve gelişiyor. Bu noktada,  Avrupalı politikacılara yönelik kaba sözler, AB ülkelerinde yaşayan Türkleri “öteki” paydasına oturtan en önemli unsur olarak ortaya çıkarıyor. Bir röportajını okuduğum Prof. Dr. İlhan Uzgel de bu konuya temas ediyor. Uzgel, kullanılan kaba dile ilişkin olarak, “AKP, Avrupa’daki Türk vatandaşlarını harcadı. Bunun sonuçlarını öncelikle Avrupa’daki Türk vatandaşları görecek. Referandumda birkaç puan fazla alabilmek için oradaki vatandaşların kısa ve orta vadedeki geleceklerini tehlikeye attı” ifadelerini kullanıyor. Özetle, son dönemde kullanılan politik lisanın, Avrupa’da yaşayan ve özellikle bu söylemlere destek verenler için olumlu yansımaları olmayacağını söyleyebiliriz. Yine bu “öteki” konusundaki politika benzerliğine harf ve kelime harcayarak dikkat çekmeye bile gerek duymuyorum. “Irkı olmayan ırkçılık” Bu arada, Avrupa ırkçılığı da 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana geçen sürede hayli kabuk değiştirdi. Avrupalı faşistler, ırkçılığı artık biyolojik değil kültürel temelli yapıyorlar. Yani, “Biz göçmenleri siyah saçlı, kahverengi gözlü ya da esmer oldukları için değil kültürümüzü yıkıma uğratmaları riski nedeniyle istemiyoruz” diyorlar. Irkçılık üzerine çalışmalarıyla tanınan Fransız Filozof Taguieff, bu yeni ırkçılık anlayışını,“farklılıkçı ırkçılık” olarak tanımlıyor. Burada, biyolojik üstünlük fikri yerini farklılık, gelenek ve yaşam biçimlerinin uyuşmazlığına bırakıyor. Esasında bunun için “ırkı olmayan ırkçılık” tanımını da kullanabiliriz. Aşırı sağcıların bu yeni ırkçılık kavrayışının başarılı olduğunu görüyoruz. Çünkü, 1980’lerde her 100 Avrupalı seçmenden sadece birinin oyunu alabilen aşırı sağ, günümüzde özellikle Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu oranı yüzde 10 seviyesine kadar çıkarmayı başardı. Ülke parlamentolarında aşırı sağın oy oranları açısından durum daha da iç karartıcı bir halde bulunuyor. Mesele gayet basittir esasında, ülkemiz politikacılarının, “biz ne dersek diyelim nasıl olsa bu adamlar demokrasiyi özümsemiş bizden kimseye bir şey olmaz orada” yaklaşımının rahatlatıcı etkisinden bir an önce sıyrılmaları gerekiyor. Şu noktayı özenle tespit etmek istiyorum; siyasi tezlerde, Avrupa’da “modernleşmenin kaybedenleri” olarak adlandırılan, “göçmenler”, “işsizlik” ve “politik güvensizlik” nedeniyle hızla büyüyen toplum kesimi, direkt olarak aşırı sağın tabanına kayıyor. Aşırı sağın tabanı bu suni kapitalist krizlerin etkisiyle her geçen gün genişliyor. Buradan yola çıkılarak, aşırı sağın yükselişinin, Avrupa’da yaşayan Türkler de göz önünde bulundurularak son derece dikkate alınması gereken bir perspektif olduğu görülüyor.