Kim bu mülteciler? Toplumsal kutuplaşma ve ayrışmanın müsebbipleri mi? Devlet kurumlarını yok eden, hazineyi tam takır kuru bakır hale getiren ve adaleti paramparça edenler onlar mı? Mesela “Beşli Çete” mi daha çok aldı ceplerimizden yoksa mülteciler mi? Tüm bu soruları samimiyetle soruyorum. Yani yaşadığımız onca sorunun yegâne kaynağı mülteciler mi? Toplumsal mutabakatımız bu mesele üzerinden mi olmalı? Suriyeliler ile başlayan ve son günlerde Afganların da dahil olmasıyla ülke gündeminin üst sıralarına çıkan “mülteciler” meselesine gerek iktidar gerekse de muhalefetin yaklaşım tarzı oldukça sığ, sakat ve popülist. Afganlar gündemde olsa da konunun lokomotifi Suriyeliler. Meseleyi Suriye ve Suriyeliler olmak üzere ikiye ayırmamız gerekiyor zira Suriye sebep Suriyeliler ise sonuç. Suriye'de 2011 yılında başlayan savaşın Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmazdı. En uzun toprak sınırımızın olduğu ülkenin iç savaşa sürüklenmesi tabiatı itibariyle bizleri de derinden etkileyecek siyasi, ekonomik ve sosyolojik sonuçlara gebe idi, nitekim öyle de oldu. Peki ne yapılabilirdi? Ülkesinin önemli bir kesimine geçmişten günümüze zulmeden bir iktidarın yaptığı kötülüklere kayıtsız kalınarak rejim mi desteklenmeliydi? Yoksa bu iç savaşın, ülkenin kendi dinamikleri içinde ve makul şekilde bir an evvel sona ermesi için diplomasi devreye sokularak, demokratik yollarla girişimlerde mi bulunulmalıydı? Her iki yolun da pragmatik açıdan reel politikte Türkiye’ye faydaları vardı. Ama iktidar bunların yerine Osmanlıcılık sevdalarının yarattığı hamasi içgüdülerle hareket ederek savaşı harlamayı tercih etti. Suriye’de halkın farklı kesimlerine karşı zulüm malum olduğu üzere mevcut lider Beşar Esad döneminde değil çok daha öncesinde, Hafız Esad döneminde başladı. Bunu bile bile Esad ile yat turları yapan kimdi? Sonrasında Arap Baharı’nın (Erken gelen baharın meyvesinin ayaza vurup telef olması gibi Arap Baharı da kışa döndü) gazı ve çocukça bir sevda olan Osmanlıcılık hayalleri ile Şam'da cuma namazı nutukları atacak kadar şuurunu kaybedenler kimlerdi? AK Parti iktidarının akıldan ve omurgadan yoksun popülist politikaları hem Suriye’yi hem de ülkemizi bu cenderenin içine attı. Kardeşim Esad’dan Katil Esed’e savruluş sadece hırslarının esiri bir politikacının değil milyonlarca insanın ve bölgenin kaderini etkiledi. Neyin bedelini ödediğimize ve faturayı kime kesmemiz gerektiğine biraz da buradan bakmamız gerekiyor. Gelelim Suriyelilerin yani “mültecilerin” (Hukuken mülteci de değiller. ‘Geçici Koruma’ statüsüne sahipler) kabulü meselesine. Devletin var olma sebebi en yalın haliyle yurttaşlarını korumak, huzur ve refahlarını sağlamak. Bizde ise devletin rolü rejimi ayakta tutmak, sadece muktedirlerin refahını sağlamak ve muhalifleri susturmak işlevine indirgenmiş durumda. İktidarın Suriye politikası da işte bu minvalde gelişti. Ne demişti iktidar politikasını meşru göstermek için Suriyelilere dair? “Biz ensar onlar muhacir.” Hukuk tanımaz bir yönetime esir düşen Türkiye’nin sürekli Allah ile aldatılan mütedeyyin kesimine kendi jargonları ile şunu söylemek isterim; ne demişti Hz. Muhammed (sav): “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin.” Yani imkânlar dahilinde, aklı ortadan kaldırmadan ve duyguları istismar etmeden yardımı tavsiye ediyor. AK Parti’nin, Türkiye’nin gücünün, imkanlarının çok ötesinde ve kontrolsüzce yürüttüğü sürecin sadece dünyevi açıdan değil uhrevi açıdan da bir karşılığı yok. İktidar maalesef irrasyonel, hamasi ve popülist bir politika güttü. Önce Amerika’nın verdiği sufle ile insanları savaşın çabuk biteceğine inandırdılar ve bu Suriyelileri ‘Ne de olsa kısa zamanda döneceğiz. Canımızdan, malımızdan olmayalım’ diyerek ülkelerinden çıkmaya teşvik etti. Sonra Batı’ya demokrasi, insan hakları şovu yapmak ve Esad devrildikten sonra pastadan pay kapmak adına sınır kapıları sorumsuz ve plansız şekilde açıldı. İktidar bununla da yetinmedi. Zaman içerisinde giderek artan anti-demokratik ve hukuka aykırı eylemlerine Batı’dan gelecek tepkilere karşı mülteci meselesini zırh edindi. Kibar Feyzo filminde Maho Ağa’nın “Vallahi köyü satarım ha” repliğine rahmet okutacak şekilde her siyasi krizde Batı’yı “Salarım mültecileri” tehditleri ile sindirdi. İnsan hayatını rant malzemesi olarak kullandı. Neresinden tutsanız elde kalacak, akıl ve etik dışı bir politika. Peki bizler ne kadar masumuz? Hani birileri diyor ya “Al evine iki Suriyeli besle o zaman.” Acaba gerçekten böyle mi? Yoksa tam tersi Suriyeliler mi bizi besliyor? Mesela merdiven altı işlerde, mahzenlerde veya dükkânlarda çok cüz’i paralara ve üstelik sigortasız şekilde çalıştırılarak sömürülenler kim? İktidar Batı’dan para istemek için Suriyelilere bilmem kaç milyon dolar harcadık derken ekonomik krizin faturasını kısmen de olsa sömürülen mültecilere kesiyor. Böylece giderek fakirleşen milletin yükselen öfkesini mültecilere kanalize ediyor. Üstelik dün bunu söyleyen iktidar bugün de kalkmış “Suriyeliler giderse ekonomi çöker” diyor. Şuna benziyor durum: Evinizin önünde kızılca kıyamet silahlı çatışma çıkmış. Bu kavganın arasında kalan çaresiz insanlar görüyorsunuz.  Ailenin “Reisi de” kişisel hesapları ve hırsları uğruna şuursuzca on kişiyi evinize alıyor, siz de buna o esnada ses çıkarmıyorsunuz (Bu arada evinizin en fazla iki misafire buyur edebilecek kapasitesi var).  Zaman geçiyor ve diyorsunuz ki, bu evden gidin! Ama çatışma devam ediyor. Kapıdan dışarı çıktıkları anda yine ölümle veya açlıkla burun buruna gelme ihtimalleri yüksek değil mi? Reis’in şuursuzca yaptığı ve sizin de zamanında ses çıkarmadığınız hamasi uygulamaların bedelini masum insanlara ödetmeye çalışmak ne kadar hakkaniyetli? İnsanlar güvenlik odaklı çeşitli endişelerinde haklı olabilirler ama nihai çözüm mülteci insanları (insanları diyorum çünkü bazen onların insan olduğu gerçeğini es geçiyoruz) rahatsız ve rencide edici bir dille ve hamasi, popülist bir bando eşliğinde vur ha vur söylemler geliştirmek mi? Bunun yerine bu kirli savaşın bitmesi için iktidarı Esad ile masaya oturmaya zorlamak daha mantıklı değil mi? Enerjimizi bu barış sağlanana kadar ülkemize sığınan insanları sağlıklı şekilde topluma entegre etmeye harcamak gerekmez mi? Bunu yapabilsek itirazların dayanağı mevcut sorunların birçoğu ortadan kalkmaz mı? Batı’nın riyakârlığına isyan ederken kendi riyakârlığımızı ne yapacağız? Mültecilerin burada olmasının temel sebebi Suriye’de süren savaş ve Türkiye’nin bu savaşa doğrudan olan etkisi değil mi? Peki bunu bitirmek için ne yapıyor muhalefet? Mesela “İki senede sizi göndereceğiz” yerine Suriye tezkerelerine cevaz vermemek daha gerçekçi ve samimi bir adım olmaz mı? İktidara talibiz diyorsunuz ama nasıl hükmedeceğinize dair bir şey söylemiyorsunuz ve maalesef gelen sinyaller hiç de olumlu değil. Türkiye’nin tüm sorunlarının kaynağı olan devlete çöken zihniyetten devleti ve dahi milleti nasıl kurtaracaksınız? Var mı böyle bir niyetiniz? İktidardan daha hamasi bir dili ya da onun bayağı bir kopyasını ya da ehven-i şer bir alternatifini istemiyoruz artık. Eski defterleri karıştırmak yerine kapatacak; devleti halkını sindiren, korkutan bir yapıdan halkın içine sinen bir yapıya dönüştürecek siyaset istiyoruz. Kısır döngü kırılmalı. Düne değil yarına, yarınlara odaklanmalıyız. Sizler siyasi liderler değil misiniz? Eğer idarecilikse isteğiniz kalkın o koltuklardan, yok liderseniz topluma önderlik edin. Devlete hâkim zihniyetin döktüğü kalıpların şeklini almayın, hamasi ve popülist iklimin rüzgârına kapılmayın. Kendi hikayenizi yazın, kendi kalıbınızı dökün. Nasıl bir Türkiye tahayyülünüz var? Sahiden var mı? Varsa eğer önce bunu dile getirin, sonra ete kemiğe büründürün ve halka sunun. Tabii arkasında duracağınıza dair güven ve cesareti vererek yapın. Korkmayın halk aptal değil, koyun hiç değil. Kimisi bu zalim zihniyetin zulmüne kimisi de esaretine maruz kalıyor. Bu kadar tazyik altında iyi bile dayanıyorlar. Sizler onlara ne sunuyorsunuz? Ne sunuyorsunuz da onlar bunu reddediyor? Öz yurdumuzda mülteci olmuşuz, devlete hakim zihniyet tarafından itilip kakılıyoruz ve buna dair tek cümle kurmadan kalkıp “Suriyeliler…” demekle neyi çözeceksiniz ki?