Sandıktan Erdoğan ve Cumhur İttifakı galip çıkarsa Türkiyenin kısa ve orta vadedeki gidişatını öngörmek zor değil. Asıl soru, muhalefetin kazanması durumunda ne olacak, Erdoğan ve ortakları nasıl bir yol izleyecek? 14 Mayıs, sadece Türkiye’nin değil, küresel demokrasi mücadelesinin geleceği açısından da kritik bir tarih. Demokrasiler on yılı aşkın süredir ekonomik, ekolojik, toplumsal ve siyasal krizlerle boğuşup dünya çapında gerilerken, otokratik siyaset pratikleri, popülist lider ve hareketlerin sırtında dört bir yandan yükseliyor. Uluslararası siyaset literatüründe demokratik gerilemenin ‘paradigmatik vakası’ olarak anılan Türkiye ise, söz konusu otoriterleşme dalgasının öncüsü konumunda. Son yıllarda bu küresel dalgaya sekte vuran, yavaşlatan, hatta kısmen geri döndüren ulusal seçim zaferlerine tanık olduk. 2018 yılında Malezya’da 60 yıllık Barisan Nasional iktidarı seçimle sona erdi. 2020’de ABD’de Trump başkanlık yarışından mağlup çıktı. 2021’de İsrail’de Netanyahu’nun 12 yıllık başbakanlığı – kısa süreliğine de olsa – son buldu. Geçen sene ise ‘tropik Trump’ olarak anılan Bolsonaro, Brezilya seçimlerinde eski başkan Lula’ya yenildi ve ülkeyi apar topar terketti. Türkiye’nin son 20 yıla damga vuran ve hızla demokrasiden uzaklaşan Erdoğan iktidarına muhalefetin seçimle noktayı koyması, bu saydıklarımın hepsinden daha çarpıcı bir gelişme olarak okunacak ve ülkemizi ‘yeniden demokratikleşmenin’ belki de en heyecan verici vakası olarak öne çıkaracaktır. 14 Mayıs’a günler kala, otoriterleşmeyi yavaşlatan ülkelerin seçim tecrübeleri bize ne anlatıyor, neleri hatırlatıyor?
  1. GÖKKUŞAĞI KOALİSYONU
Birinci dersi aslında biliyoruz: otoriterleşen düzenlerde popülist liderlere karşı zafer kazanmanın yolu olabildiğince geniş ve farklı kesimleri birleştiren bir ‘gökkuşağı koalisyonu’ oluşturmaktan geçiyor. Dahası, bu koalisyon sadece geleneksel muhalefeti değil, iktidardan kopan ‘rejim elitlerini’ ve seçmenleri de kapsamalıdır. Malezya’da eski Başbakan Mahathir Mohamad’in, ABD’de birtakım geleneksel Cumhuriyetçilerin, İsrail’de Netanyahu’nun koalisyon ortağı eski bakan Naftali Bennett’in taraf değiştirmesi, Brezilya’da ise merkez sağ siyasetin ileri gelenlerinin neredeyse bütünüyle Lula’nın koalisyonuna katılması, bu ülkelerde muhalefete zaferin kapısını açtı. Etnik/dini fay hatlarının siyaseten baskın olduğu ülkelerde, bir gökkuşağı koalisyonu kurmak oldukça zordur. İktidarın seçim öncesi şiddetlenecek çatışmacı, ayrıştırıcı söylem ve politikalarına karşı, muhalefet mücadeleyi kimlik ve inançlar ötesi bir ‘demokrasi-otokrasi’ ayrımı üzerinden kurgulamak zorundadır. Bunu başaran, iktidara göz kırpar. Malezya’da Müslüman Malaylar ile gayrimüslim Çinli ve Hinduların Barisan Nasional’a karşı, İsrail’de ise Bennet’in Yahudi yerleşimcileri destekleyen Yahudi Evi partisi ile İslamcı Arap Ra’am partisinin Netanyahu’ya karşı yanyana gelebilmesi değişimin anahtarı oldu. Derinleşmiş fay hatlarını aşmak, birbirini rakip, hatta düşman gören kesimleri ortak hedef doğrultusunda bir araya getirmek riskli bir stratejidir; yüksek siyaset zekâsı, cesaret ve kararlılık gerektirir. Öte yandan, ideolojik saflığı koruyarak iktidarı sandıkta devirmek imkansızdır. Bu iddiayla muhalefet içinden sıyrılan üçüncü yolcular, zaten kazanmaya değil, kendilerini ‘temiz’ tutarak olası bir yenilgi durumunda muhalefet içinde avantajlı konuma gelmeye oynarlar.
Hem ABDde hem de Brezilyada başkanlar kampanya süresince seçim sisteminin güvenilirliğini sorgulamış, kaybederlerse bunun ancak bir kumpas sonucu olacağını öne sürmüşlerdi.
  1. ÜÇÜNCÜ YOLCULAR
Muhalefet saflarından sıyrılarak yarışa katılan ‘alternatif’ adaylar, seçim sonuçlarına etki edebilir. Örneğin ABD’de 2000 yılında, çoğunluğunu Demokratlardan aldığı 97 bin oyla Ralp Nader, George W. Bush’un Al Gore’u sadece 537 oy farkla yenip başkanlığa gelmesinde belirleyici bir rol oynamıştı. Afganistan ve Irak işgallerinin mimarı Bush yerine Gore başkan olsaydı, Ortadoğu yine kan gölüne döner miydi, bilemeyeceğiz; ama daha sonra bir daha ismini duymayacağımız Nader’in tarihin akışına etki ettiğini söylebiliriz. Daha güncel bir örnek Brezilya’dan: Bolsonaro ve Lula arasında geçen yarışta iki aday daha vardı: Simone Tebet ve Ciro Gomes. Liberal bir Senatör olan Tebet, Bolsonaro’yu desteklemeyen ama Lula’ya da en azından ilk turda oy vermek istemeyen geleneksel sağ oylara talip olurken, Lula’nın eski bakanı ve yol arkadaşı Ciro Gomes ise daha çok Lula’nın İşçi Partisi tabanına ve gençlere hitap ediyordu. 2018’de hapisteki Lula’nın başkanlık için kendisini desteklememesine içerleyen ve demokratik solun temsil hakkının kendinde olduğuna inanan Gomes’in kampanyası İşçi Partisi’ne karşı kişisel bir kan davasına dönüşmüş, bir noktada Gomes eski yoldaşlarını Nazilikle suçlamış, karşılıklı atışmalar her iki adaya da zarar vermiş ve demokratik cephenin Bolsonaro’ya odaklanmasını zorlaştırmıştı. Sonuçta, son dönemece girildiğinde anketlerde erimeye başlayan Gomes ilk turda yalnızca %3 alabildi fakat Lula’nın %48,5’te kalıp seçimin ikinci tura gitmesine vesile oldu. İkinci turda Gomes ve Tebet, Lula’ya desteklerini açıklasalar da seçmenlerinin sadece bir kısmını ikna edebildiler ve Lula seçimi kılpayı (%50,9 ile) kazandı. Türkiye gibi demokrasinin çok daha ileri derecede aşındığı, medya, bürokrasi ve yargının siyasi iktidar etkisinde olduğu bir ülkede muhalefetin kılpayı kazanma lüksünün olmadığını, özellikle seçimin ikinci tura kalmasının son derece riskli olduğunu düşünüyorum.
Malezya ve İsrail örnekleri ibretlik. Her iki ülkede de iktidar karşıtı koalisyonlar seçim sonrasında bir arada durmakta zorlanmış, seçim öncesi bastırdıkları fikir ve çıkar ayrılıkları iyice ayyuka çıkmış ve ülke yönetiminde etkisiz bir imaj çizmelerine sebep olmuştu.
  1. SEÇİM SONRASI SENARYOLAR
Sandıktan Erdoğan ve Cumhur İttifakı galip çıkarsa Türkiye’nin kısa ve orta vadedeki gidişatını öngörmek zor değil. Asıl soru, muhalefetin kazanması durumunda ne olacak, Erdoğan ve ortakları nasıl bir yol izleyecek? Burada iktidar için iki seçenek söz konusu: birincisi, Trump ve Bolsonaro’nun yaptığı gibi, seçimin meşruiyetini sorgulamak, sürece hile karıştığını iddia edip rakibinin zaferini tanımamak. Hem ABD’de hem de Brezilya’da başkanlar kampanya süresince seçim sisteminin güvenilirliğini sorgulamış, kaybederlerse bunun ancak bir kumpas sonucu olacağını öne sürmüşlerdi. Seçim sonrasında her iki ülkede de mağlup başkanın destekçileri olaylar çıkarmış, kumpasın merkezi olduğuna inandıkları Meclis binasını (Brezilya’da yüksek yargı ve başkanlık sarayını da) basıp bir darbe ortamı yaratmaya çalışmışlardı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerdeki açıklamaları, bizde de bu tarz bir senaryonun ihtimal dışı olmadığı kaygısına yol açıyor. Üstelik tekrarlanan 2015 genel seçimleri ve iptal edilen 2019 İstanbul belediye seçiminin de hatırlattığı gibi, sürekli ‘milli irade’ vurgusu yapan AKP ve Erdoğan’ın seçim kaybına pek de tahammülü yok. İktidar, bu tehlikeli ve karanlık yolu seçtiği takdirde onu kimin durdurabileceği de soru işareti. Trump ve Bolsonaro yanlısı girişimlerin başarısız olmasının ardında güvenlik güçleri ve yargının desteğini alamamaları yatıyordu. Türkiye’de de benzer bir senaryoda kurumların demokrasi ve anayasaya mı yoksa siyasi iktidara mı bağlı olduğu belirleyici olacak. Brezilya’da ayrıca Lula’nın zaferi belli olur olmaz dünyanın dört bir yanından gelen resmi kutlama mesajları, seçimin meşruiyetini perçinlemiş ve Bolsonaro’yu mağlubiyeti kabul etmeye zorlamıştı. Fakat buna biraz da Bolsonaro’nun uluslararası siyasetteki beceriksizliğinin sebep olduğunu söyleyebiliriz. Benzer bir durumda, örneğin Rusya, Çin veya Katar’dan Türkiye’deki demokratik sürece destek ve seçim sonuçlarına saygı yönünde bir mesaj geleceğini garanti edebilir miyiz? Muhalefetin bu tür belirsizliklerle karşı karşıya kalmamak için seçim güvenliği konusunda gerekli tüm tedbirleri alması ve mümkünse seçimi şaibeye izin vermeyecek bir farkla kazanması gerekiyor. İkinci ve bana kalırsa iktidar adına daha akılcı senaryo ise, Erdoğan’ın kendi meşruiyetini tehlikeye atacak bir dayatma yerine mağlubiyeti kabullenmesi, iktidar değişimine görünürde izin vermesi fakat ülkeyi muhalefet için yönetilemez bir hâle getirerek ilk fırsatta yeniden iktidara dönmeyi hedeflemesidir. Doğal olarak seçime odaklanmış durumdayız. Ancak olası bir muhalefet zaferinde 20 yıllık AKP iktidarından sonra yönetimi ele alacak olanların, günümüz Türkiye şartlarında, karşılacağı müthiş zorlukları – ve başarısız olmanın bedelini – şimdiden hesaplamalı ve hazırlıklı olmalıyız.
Malezyalı ve İsrailli muhaliflerin aksine, elimizde Erdoğan’ın bize armağanettiği ve az zamanda çok iş yapmayı mümkün kılan bir silah olacak: yüksek yetkilerle donatılmış başkanlık sistemi.
Bu konuda, Malezya ve İsrail örnekleri ibretlik. Her iki ülkede de iktidar karşıtı koalisyonlar seçim sonrasında bir arada durmakta zorlanmış, seçim öncesi bastırdıkları fikir ve çıkar ayrılıkları iyice ayyuka çıkmış ve ülke yönetiminde etkisiz bir imaj çizmelerine sebep olmuştu. İsrail’de Netanyahu, kendine yakın medya organları ve siyasetçiler sayesinde bu ayrılıkları derinleştirip hükümetin başarısız olduğu imajını körükleyerek gökkuşağı koalisyonunun çöküşünü hızlandırmıştı. Netanyahu, iktidarı kaybetmesinden sadece bir yıl sonra, bir öncekinden daha radikal sağcı bir koalisyonla yeniden başbakan seçilmeyi başardı. Erdoğan karşıtı ittifakın çok parçalı yapısı, aday belirleme sürecinde ortaya çıkan iç çekişmeler ve iletişim kopukluğu, toplumun acil ve köklü değişim beklentisine karşı sorunların derinliği ve bunların bir günde çözülemeyecek olması, devlet kurumlarında, medyada yeni hükümeti sabote etmeye uğraşacak iktidar kadrolarının varlığı, iktidarı elde tutmanın neredeyse onu ele geçirmekten daha zor olacağını bize hatırlatıyor. Bu sebeple, muhalefet partileri, bir yandan topluma seçim kazanmayla işin bitmediğini, asıl mücadelenin seçim sonrasında başlayacağını anlatıp beklentileri gerçekçi bir seviyeye indirirken, diğer yandan özellikle hukuk ve ekonomi alanlarında kısa vadede uygulanıp sonuç alınacak kritik düzenlemeleri bugünden belirlemek ve göreve gelir gelmez yürürlüğe koymak zorundadır. Bu noktaya gelindiğinde, Malezyalı ve İsrailli muhaliflerin aksine, elimizde Erdoğan’ın bize ‘armağan’ ettiği ve az zamanda çok iş yapmayı mümkün kılan bir silah olacak: yüksek yetkilerle donatılmış başkanlık sistemi. Bir başka deyişle, başkanlığı devraldığı takdirde Kılıçdaroğlu, iktidara tutunmak ve verilen diğer sözleri hayata geçirebilmek için Millet İttifakı’nın ilk ve en önemli sözü olan güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişi bir süreliğine rafa kaldırmak zorunda kalacak. Demokratik restorasyonun, otokratikleşmenin en önemli kurumsal sembolü vasıtasıyla hayata geçirilme olasılığı son derece ironik. Öte yandan bu mirasla çok geç kalmadan hesaplaşılmadığı takdirde, kendimizi yeniden bir tek adam iktidarı altında bulmamızın işten bile olmadığını unutmamalıyız.