Kılıçdaroğlu’nun tezkereye hayır çıkışı çok önemli. Bugüne kadar halkın tepkisinden korkup iktidarın irrasyonel ve agresif dış politikasını desteklemesi normal görülebilirdi. Ama artık değişme muhalefetin daha net tepki göstermesi gerekiyor. Otoriterleşme ve popülizm şu sıralar siyaset bilimindeki en popüler konular. Özellikle son 20 yıl içerisinde global düzeyde otoriter devletlerin ve popülist liderlerin sayısı bir hayli arttı. Bu yazıda bu iki fenomen ile dış politika arasındaki ilişkiyi kısaca anlatmaya çalışacağım. Öncelikle otoriterleşme ve popülist liderler konusu birbirinden tamamen ayrı konular değil, birbirlerini besleyen faktörler. Global düzeyde baktığımızda belli dönemlerde demokratikleşme dalgaları görürken hemen hemen her demokratikleşme dalgası sonrası bir de otoriterleşme dalgası görüyoruz. Özellikle 2005 yılı sonrasına baktığımızda ise dünya çapında bir otoriterleşme dalgasının içinde olduğumuzu söylemek mümkün. Bu otoriter devletlerin bazılarında ise popülist liderlerin daha da yaygınlaşması durumu var ki yarışmacı otoriter rejimler (competitive authoritarian regimes) dediğimiz seçimlerin olduğu ama liderlerin seçimlerin adil ve eşit olmaması için her türlü mekanizmayı kullandığı yerlerde bu popülist liderler daha çok karşımıza çıkıyor. Popülizm dediğimiz olguyu en basit haliyle güçlü ve az kişiden oluşan elitler ve zayıf ve toplumun çoğunluğunu oluşturan halk ikilemi üzerinden bir söylem oluşturup bunu politik amaçlar doğrultusunda kullanmak diye açıklayabiliriz. Genelde tamamen otoriter olan ülkelerde, mesela Çin, liderin böyle bir söylem oluşturmasına gerek kalmıyor. Ama hala bir şekilde seçimlerin olduğu rejimlerde liderler halkın desteğine ihtiyaç duyduğu için bu ikilem üzerinden siyasi kariyerlerini sürdürebiliyorlar. POPÜLİST LİDERLER İÇİN ELİTLERİN VE “DIŞ GÜÇLER”İN ÖNEMİ Hem otoriterliği hem de popülizmi gözlemlediğimiz en büyük örneklerden birisi de Türkiye. AKP’nin 3. dönemiyle beraber otoriterleşme ve özellikle AKP dışı partilerdeki elitlere karşı halk ikilemi üzerinden kurulan popülist söylem son 10 yılın Türkiye iç siyasetindeki temel faktörler olabilir. Burada elitlerden bahsederken tabii ki liderin tüm elitlere karşı olması durumundan bahsetmiyoruz. Liderler koltuklarını sağlama almak için her daim elitlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Burada bahsedilen elit gruplar genelde hükümeti destekleme eğiliminde olmayan elitler oluyor ki bu söylem üzerinden kendi oy verenlerini konsolide etmek için ideal elit grubu bu kişiler oluyorlar. Bu iki faktörü bir arada düşündüğümüzde ise bu tarz ülkelerin dış politikalarında belli benzerlikler yakalamak mümkün. İlki, iç politikada oluşturulan elitlere karşı halk söylemine benzer bir söylemin dış politikada bize karşı onlar tarzında oluşturulması. Dikkat ederseniz genel olarak burada hareketten ziyade söylemlerden bahsediyorum. Liderler bu söylemleri harekete dökmek zorunda değiller. Önemli olan halkın desteğini toplayacak şekilde bir söylem oluşturabilmek. Türkiye örneğinde, ‘Dünya beşten büyüktür’ ya da anti-Amerikan söylemler buna örnek olarak verilebilir. LİDERLER OTORİTERLEŞİRKEN DIŞ POLİTİKADA AGRESİFLEŞİYORLAR Diğer bir benzerlik agresif dış politikaya yönelme. Bu noktada hem belli konularda dış politikada harekete geçmek olabilir, hem de söylem oluşturmak olabilir. Agresif dış politika genelde iç siyasette halkın milliyetçi duygularını ortaya çıkararak oy kitlesini konsolide edebilir ve hatta yeni oylar getirebilir. Siyaset biliminde genel kanı bu tarz dış politika hamlelerinin iç siyasete etkisinin geçici olduğu yönünde ki bu görüşe katılıyorum. Ama bu agresif dış politika süreklilik arz etmeye başladığında bu geçiciliği sürekliliğe döndürmek mümkün. Genel olarak AKP dönemi Türk dış politikasına baktığımızda ve ilk yarısı ile ikinci yarısını karşılaştırdığımızda bariz bir fark görüyoruz. AKP dönemi dış politikanın ilk yarısına göre ikinci yarısında bariz bir şekilde dış politika krizleri artmış durumda. Bu krizler esnasında Erdoğan’ın kullandığı yöntemler de değişmiş durumda. Eskiden daha çok söylemler üzerinden belli konular gündeme getirilirken artık askeri müdahaleler üzerinden daha aktif ve agresif bir dış politika izleniyor. Mesela, ABD’nin Irak’ı işgali sırasındaki tezkere krizini ve sonrasındaki çuval krizini hatırlayın. Süleymaniye’de Türk askerlerinin başına çuval geçirilip ABD askerleri tarafından sorguya alınmalarına rağmen verilen tepki çok zayıftı. Buna karşılık Brunson krizi esnasında Erdoğan, Trump’ı direkt karşısına alıp ABD’nin ekonomik yaptırımlarına rağmen krizi çok daha uzun süre tırmandırdı. Ya da benzer şekilde Mavi Marmara krizi, Rus uçağının düşürülmesi, Suriye’deki askeri müdahaleler gibi birçok krizle karşı karşıya kaldık AKP döneminin ikinci yarısında. Burada anlatmak istediğim şey bu krizlerin iç siyasette oy devşirmek için oluşturulmuş krizler olduğunu söylemek değil. Ana argüman popülist liderler tarafından yönetilen otoriter devletlerin dış politikada diğer ülkelere göre daha fazla agresif davranmaya yönelmesi. Daha agresif dış politika ise benzer şekilde iç siyaseti etkiliyor, halkı hükümet etrafında konsolide ediyor ve çoğu zaman askeri müdahale durumunda muhalefetin desteğini de alıyor. Bundan dolayı Kılıçdaroğlu’nun tezkereye hayır çıkışı çok önemli. Halkın vereceği tepkiden korkup irrasyonel ve agresif dış politika hamlelerini muhalefetin bu zamana kadar desteklemiş olması normal görülebilirdi. Ama artık önümüzdeki seçimlerde hükümetin değişme ihtimali daha da arttıkça muhalefetin bu tarz dış politika hamlelerinde hükümete karşı daha net tepki göstermesi gerekiyor. Hükümet değiştiğinde ise aslında otomatik olarak otoriter ve popülist lider denkleminden çıkmış olacağız. Dolayısıyla bunun yansımalarını kısa süre içinde dış politikada gözlemleyeceğiz.