Türkiye’deki siyasetin kurumsal yapısı da, kullanılan söylemler de Soğuk Savaş döneminin ürünleridir büyük ölçüde. Ülke gündemine yetişebilmek mümkün değil. Yaşadığımız her bir olay son derece provokatif olmaya; aynı zamanda da yazmaya değer. Zor günlerden geçiyoruz; hem siyasi olarak, hem de iktisaden. Sorunlar yığıldıkça, bu sorunlara çare bulacak mekanizmaların performansından memnuniyetsizlik artınca, ister istemez bazı kurumları ve kavramları sorgulamaya başlıyor insan. Bugünkü ihtiyaçlarımızı da göz önüne alarak, düşünüp, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Geçmişte işe yaramış olan yönetim modelleri ve kurumsal organizasyonlar, değişen ekonomik koşullara göre değiştirilir zamanla. Yönetimde kullanılan söylemler de farklılaşır zaman içinde. Bakın dünyaya. COVID-19 salgınıyla birçok şey değişti ve değişmeye devam ediyor.  Yeni sorunlar çıkıyor; yeni kutuplaşmalar ve yeni dengeler oluşuyor uluslararası ilişkilerde. Ekonomide de öyle. Birçok ülkede ekonomilerin öncelikleri değişti. Enflasyon ve borç sorunları, yakın geçmişte olmadığı kadar önemli sorunlar haline geldi. “Bölüşüm” meselesi mesela, daha önceleri sadece “sol” siyasetin konusu iken, şimdilerde “sağdan” da destek bulmaya başladı. Bu denli radikal değişimler yaşanırken, mevcut siyasi yapınız ve bu yapıların geçmiş zamana ait söylemleri ne kadar kullanışlı olabilir ki, güncel sorunlarla baş edebilmek için. Belki bir süre… Türkiye’deki siyasetin kurumsal yapısı da, kullanılan söylemler de Soğuk Savaş döneminin ürünleridir büyük ölçüde. “Özgür dünyanın” en uç karakolu olan ülkemizin “komünizm” tehlikesinden korunması için, bu ideolojiye ve temsil ettiği değerleye karşı geliştirilen söylemler… Bu söylemler çok uzun zaman kullanıldı Türk siyasetinde.  Hatta ilginçtir, Soğuk Savaş öncesindeki tek parti döneminde, CHP bile önemli rol oynadı sola karşı yürütülen bu mücadelede. Bu parti ilk önemli dönüşümünü çok partili rejime geçildikten sonra gerçekleştirdi.  Kendi içinden çıkan bir siyasi anlayışa göre, kendini konumlandırmaya ihtiyacı duydu. Ülkede yeni yeni filizlenmeye başlayan sanayileşmenin doğurduğu “mağdurlar” üzerinden, bir siyasi söylem geliştirmeye başladı CHP.  Ne ilginçtir ki, bu toplumsal dönüşüm sürecinde kendi siyasi konumunu “ortanın solu” olarak tanımladı.  Ancak partinin “solu” ve “sol değerleri” ne kadar sahiplendiği her daim tartışma konusu oldu ve olmaya da devam ediyor.  Kanımca çok sahiplenemedi de; neticede ortanın yeteri kadar soluna kayamadı. Zira devletin kurucu partisi olarak, o devlet yapısıyla temsil edilen “nizamı” korumak her zaman önceliği oldu partinin. Bu da partiyi bir politikasızlık sarmalı içine soktu. Doğu Bloku yıkıldıktan sonra değişen siyasi dengelerle parti, devlet nizamı ve temel kurucu ilkelerin savunusuna dört elle sarıldı. Ülkenin ekonomik ve siyasi krizlerle boğuştuğu bir dönemde, bu konulara ilişkin kamuoyunda iz bırakan bir öneri ve liderlik algısı yaratamadı. Giderek halktan kopuk bir izlenim verdi. Çözüm önerilerini mevcut nizam içinde, temel kuruluş ilkelerinden taviz vermeden yaparken, devlet nizamını vatandaşa tercih eder bir tavır içinde oldu.  Bu durum ister istemez partiyi toplumdan kopardı. Vatandaş birçok ekonomik sorunlar boğuşurken, onlara refah vaat eden, bir refah modeli ortaya koyamadı. Ana muhalefetin etkisizliği günümüzün de önemli sorunu. Her zaman olduğu gibi muhalefet için ülkede bir taban var; ama bu taban üzerine inşa edilecek bir siyaset eksikliği had safhada. Peki, ama siyaset tabansız yapılabilir mi? Aslında yapılmaması gerekiyor. Zira bir örgüt olarak siyasi partilerin örgütlenmesi ve söylem belirlemesinde tabanın dikkate alması gerekiyor.  Eğer bu taban yaygın ve geniş halk kitlelerini kapsıyorsa, o zaman belirlenecek söylem ve politikaların da kapsayıcılığının yüksek olması şart. Bu noktada akla gelen bir başka soru da, siyasi partilerin müesses nizamın bir “devlet dairesi” olup, olmadığı.  Ya da siyasetçi “devlet memuru” mudur?
Muhalefet, politika tercihlerinde hiçbir zaman fark yaratabilecek kadar “cesur” olamıyor. Duvarlar yıkılmasın diyerek, tuğlaların tahakkümünü kabul ediyorlar.
Bu soruların da cevabının “hayır” olması gerekiyor. Ancak Türkiye siyasetinde partilerin zaman zaman benimsedikleri tavırlar, böyle soruları gerekli kılar nitelikte oluyor. Özellikle Cumhuriyetin tek kurucusu partisi olarak CHP, daha fazla muhatap oluyor böyle sorulara. Oysa diğer muhalif partilerin zaman zaman iktidarın uygulamalarına (özellikle dış politikada) gösterdikleri tepkilere bakıldığında, benzer tavırları gösterebildiğini gözlemleyebiliyorsunuz. Bu da onları iddiasız kılıyor mevcut iktidar karşısında; vatandaşı ise sorunlarına karşı çaresiz… Bu durumda iktidara karşı muhalefet ne ister? Normalde iktidar olmak isterler. Ancak bizde bu yönde aktif olan bir muhalefetten bahsetmek çok mümkün değil. Gördüğüm kadarıyla bizdeki sadece konuşuyor. Az eylem yapıyor. Az çözüm üretiyor. Hasbelkader iktidara geldiklerinde de, yerine geldiklerinden çok fazla fark yaratamıyorlar; çoğunlukla eskiyi aratır hale geliyorlar. Politika tercihlerinde hiçbir zaman fark yaratabilecek kadar “cesur” olamıyorlar. Duvarlar yıkılmasın diyerek, tuğlaların tahakkümünü kabul ediyorlar. Bugün de CHP’nin önderliğini yaptığı muhalefetimizin çok konuştuğu açık. Bu kez kendi aralarında ülke meselelerine çözümü konuşuyorlar. Ama ne konuşulduğunu Allah biliyor. Şu ana kadar konuşulanların içeriği konusunda kamuoyuna ulaşan bir şey yok. Ama rivayet çeşitli. Ülkemiz, tarihinin en önemli krizlerinden birinden geçmekte. Ama muhalefetimiz hala konuşuyor. İnsanlarımızın bir kısmını krizin varlığına ikna etmeye çalışıyorlar. Bu krizin neden geçmişteki gibi olmadığını anlatmaya çalışıyoruz biz iktisatçılar da; hem vatandaşa, hem de siyasilere, kısaca ulaşabildiğimiz her kesime. Siyasetçimiz ne yapıyor konuşmak dışında?  Kimisi başını sokağa çıkarmaya korkar şekilde, korunaklı mekânlarında kalarak, vatandaşın “karar gününü” beklemekte ve “Reis’lerinin” son dakikalarda bir çözüm bulabileceğine iman ederek, beklemeyi tercih ediyor.  Diğerleri ise, grup toplantıları dışında, esnafları, pazarları ziyaret ediyorlar. Kendi kontrollerinde olan medyada boy gösteriyorlar. Sorunlara çözüm bulması gerekenler, genellikle vatandaş gibi şikâyet ediyorlar. Sorunlarının yeteri kadar sahiplenilmediğinin bilincinde olan insanlar ise, bu tuluatı (tiyatro değil) izleyip duruyorlar. Ülkenin içinde bulunduğu bu denli derin bir kriz fırsata dönüştürülemiyor. Bunun üzerine aktif bir siyasi kampanya inşa edilemeden, sadece bekleniyor. Ezberlenmiş görevler, kusursuz bir şekilde yerine getiriliyor. Haftalık basın toplantıları yapılıyor, demeçler veriliyor. Sonra?
Gençleri dikkate alacak, onları sürece dâhil edecek yeni bir refah modeline ihtiyacı var ülkenin. Aynı zamanda bunu benimseyecek yeni bir siyasi anlayışa.
Herkes evine… Şu anda muhalefetin en büyük projesi “mütedeyyin” kesimin desteğini elde edebilmek. Onların önem verdikleri değerlere saygı göstererek, bu kesimin gönlünü (akıllarını değil) kazanmak. Dahası bu projenin “mütedeyyinlerin” toplumdaki diğer kesimlerin değerlerine saygı duyup, duymadıklarını sorgulamadan kendi tabanlarının kabullenmesini isteniyorlar. Bir kere demokrasilerde doğal olarak olması gereken farklılıklara saygının, Türk siyasetinde bir imtiyaz haline gelmesi gerçekten garip geliyor insana. Oysa o insanların değerlerine benim göstereceğim saygı kadar, benim değerlerime saygı gösterilmesini beklemek, demokrasilerde vatandaşın en doğal hakkı. Geçmişin kamburunu taşımak istemeyenler helâlleşmek istiyorlar. Bazıları için bu da önemlidir. Ya o geçmişten haberdar olmayan, ama sayıları giderek artan gençler? Onlar kendi sorunlarına çözüm, geleceklerine sahip çıkacak siyaset arayışı içindeler. Onları dikkate almadan geleceği nasıl inşa edebiliriz ki? Ben kendimi bildim bileli bu ülke geçmişiyle bir hesaplaşma arayışı içinde. Toplumun ve siyasetin enerjisini tüketen, bir neslin kaybedilmesine neden olan bir hesaplaşma arayışı bu. Türkiye bugün bu hesaplaşmanın içinden gelen ve bu tartışmanın deforme ettiği bir kadronun etkisi altında yönetilmektedir. Bu kadrolar üzerindeki etkisi hala belirgin olan geçmişle hesaplaşma arzusu, ülkenin ekonomik sorunlarına çözüm bulmasına fırsat vermeden, kamuoyunu oyalayan siyasi tartışmalara hapsediyor bizleri.  Oysa yarını yapacak olan gençliğin sorunu bugünle, gelecekle. Onlar dâhil olmadıkları bir geçmişe takılıp kalmak istemiyorlar. Gençleri dikkate alacak, onları sürece dâhil edecek yeni bir refah modeline ihtiyacı var ülkenin. Aynı zamanda bunu benimseyecek yeni bir siyasi anlayışa.