Müttefik askerlerinin Nazileri yendiği filmlerde duyguyu aktarmak kolay. Daha filmin başında kendimizi on ikinci adam olarak esirlerin takımına yazıyoruz. Ama ya esirler Almanlarsa? Kaleciyi izlediğimden beri aklımda bu soru; yüzleştiğinde mi, yoksa işine geldiğinde mi? Futbol, bir tutkudur. Ve en olmayacak zamanlarda dahi, taşları yarıp kendine yol açan incir çekirdekleri gibi, yolunu bulur. Bir savaşın ortasında bile futbol maçları izler insanlar, tribünler bir şekilde dolar, savaşın bir prototipi olarak sahadaki oyuna yoğunlaşırlar. Özünde kaleleri fethetmeye çalışan üniformalı iki grubun mücadelesidir. Zaten savaş gibi görüldüğü içindir ki, bazı maçlardan sonra ülkeler arasında savaşlar çıkar. 1969’da Honduras ile El Salvador arasında yaşanan herhalde “futbol savaşlarının” en bilinenidir. Maçtan sonra iki ülke birbirine savaş ilan etti, yüz saat süren savaşın bilançosu dört bin ölü, on binden fazla yaralıydı. Arjantin, Falkland savaşının intikamını Maradona’nın elle attığı ve tarihe “Tanrı’nın Eli” diye geçen golle alabilmişti bir ölçüde. Savaşta yenildiler ama sahada kazandılar… Kimi zaman bir avuntudur futbol maçları, kimi zaman sorunun patlama ânı. İzleyenler genellikle güçsüzle özdeşleştirirler kendilerini, onların kazanması kadere meydan okumaktır, baskının bitmesidir. Faşizmi uzunca süre durduramayan demokratik dünya da avuntuyu futbolda aradı.  “MAÇ” FİLMİ “NAZİLERİ SAHADA YENDİK” AVUNTUSU… Maç filminin çıkışında da bu var: “Biz Nazileri en azından sahada yendik,” diyebilme isteği -ya da avuntusu. Savaş esirlerinden oluşan bir takım, 1944 yılında, Hitler’in doğum gününde Nazilerle bir maç yapacaktır. Nazilere göre, bu maç “ırkın üstünlüğünü” kanıtlayacak bir başka fırsattı. Ötekilerse direnişi bu maçta görüyorlardı. Birçok klişeden sonra esirler maçı kazandığında aslında biz faşizmin yıkılışını izliyorduk. Pek tabii ki hiçbir sanat eseri gerçeği bire bir yansıtamaz, zaten bunu istese de yapamaz ama bir ölçüde gerçeğe uygun olması beklenir. En azından anlatının kendi gerçekliğine uyumlu olması gerekir. Maç, o tarihte giyilmeyen kramponları oyunculara giydirmekten bile geri durmamış. Büyük bir fiyasko, sadece faşistlerin yenilmesini istiyoruz ve yeniliyorlar, bize o tatmini sağlıyor ama o kadar.  “ZAFERE KAÇIŞ” KÜLTLEŞMİŞ FİLMLERDEN BİRİ… Oysa, aynı temayı kullanan ve bu filmden kırk sene önce çekilen Zafere Kaçış, geniş kitlelere ulaşabilmiş. Sylvester Stallone’den başka, Pele, Bobby Moore, Osvaldo Ardiles, Kazimierz Deyna, Soren Lindsted gibi futbolcuların oynadığı bu film “kültler” arasında yer alıyor. Brezilyalı, Britanyalı, Arjantinli, Polonyalı, Danimarkalı… Karşılarındaki takım ise sadece Almanlardan oluşuyor. Bu bize Almanların o dönemde ne kadar güçlü olduğunu gösterdiği gibi faşizmin Almanya ile sınırlı olmadığını da söylüyor. Faşizmi ancak bir araya gelerek önleyebiliyoruz. Dahası her ülkede, hatta anti-faşizan ülkelerde bile faşistler ortaya çıkabiliyor, işte İngiltere’de bile Edward Mosley çıkıverdi, yani faşizme karşı hem küresel hem de yerel bir mücadele sergilemek gerekiyor. Zafere Kaçış’ta, savaş esirleri ile Nazilerin arasındaki maç Fransa’da oynanır. Devre arasında, direnişçilerin kazdığı tünelden kaçabilme imkânı vardır takımın. Ama yenilmeyi, yenilgiyi kabul etmeyi ve kaçmayı onurlarına yediremez oyuncular. Yeniden toplama kampına götürülmek uğruna ikinci devre de sahaya çıkar ve yenilmeyerek büyük bir zafere imza atarlar. Maç sonunda tribünler hep bir ağızdan Marseillaise söylemektedir ve coşkuyla dolan halk, oyuncularla birlikte bütün barikatları ve polis engellerini yıkarak stadı terk eder.  “CEHENNEMDE İKİ DEVRE” ACI BİR SONLA BİTİYOR… 1961’de çekilen Cehennemde İki Devre’de de aynı konu işlenir, bu kez Macar esirleri Nazilerden oluşan takımı yener. Buradaki en büyük fark, antrenman yaparken takımın firar etmesi ama çok geçmeden yakalanmalarıdır. Zafere Kaçış’ta oyuncular faşizmi en azından sahada yenmeye karar vermişlerdir ve bunun için kaçabilecekken kaçmazlar ama Cehennemde İki Devre’de öyle değildir. Filmin sonunda, maçı kazandıkları için sevinirken Naziler tarafından taranarak öldürülürler. Ama Nazilere sahada yenilmemek aslında savaşı kazanmak manasına gelmez. Bir avuntudur sadece. “KALECİ” DESTANSI DEĞİL AMA EZBERLERİ BOZUYOR… Oysa, gerçek bir hikâyeden yola çıkan Kaleci, bize o destansılığı vermez çünkü burada esirler 1945’in Ocak ayında yakalanan Almanlardır. Bert Trautmann, Hitler Gençliği’ne üye olmuş, Luftwaffe’de görev yapmış, Demir Haç kazanmış bir Nazi subayı olarak Müttefikler tarafından ele geçirilmişti. Orduya gönüllü asker yazılmıştı. Onun kaderi arkadaşlarınkinden tamamen farklı yönde ilerledi. İngiltere, malum, bir futbol ülkesi, kasabaların bile futbol tutkusunu paylaştığı bir yer. St. Helen’de tutukluyken kasabanın takımı bir kaleci sorunu yaşar ve doğuştan kaleciliğe yatkın olan Bert Trautmann’a bu görevi verirler. Böylece, Bert’in hayatı esir kampı ile futbol sahası arasında mekik dokuyarak geçer. Ve, Bert gösterdiği inanılmaz performansla St. Helen’in ligde kalmasını sağlar. Savaş bittikten sonra da Bert’i İngiltere’de görürüz, Almanya’ya dönmez çünkü St. Helen’de teknik direktörün kızına aşık olmuş, onunla evlenmiştir. Ama her İngiliz gibi Margaret de Nazilerden nefret ediyordu, hepsi katildi, düşmandı, yok yere savaş çıkaran, gençliklerini sığınaklarda, bodrumlarda geçirmeye mecbur bırakan insanlardı. İşte Bert Trautmann’ın neredeyse bütün hayatı kendini kabul ettirmeye çalışmakla geçti. Bert, Margaret’i sevdi ama Margaret, Bert’i “Naziliğinden” ayrı düşünemiyordu hiç. Soyut olarak Nazilerden nefret ediyordu ama ne kadar zorlasa da Bert’ten aynı ölçüde nefret edemiyordu. Bert, etten kemikten, hataları ve sevaplarıyla, acılarıyla, yalnızlığıyla herkes gibi bir insandı. Bir süre sonra, evlenmeye karar verdiler. Bert, kendini bir şekilde aileye kabul ettirebilmişti. Ama çok yetenekliydi ve yükselişi durdurulamıyordu bir türlü. Manchester City, transfer teklifinde bulundu ona. Bert Trautmann, hayatının gidişatını belirleyecek bu teklifi kabul ettiğinde kızılca kıyametin kopacağını da tahmin ediyordu herhalde. Basının gözünde milyonların katili bir adamdı ve hiçbir şart altında Manchester City’nin kalesinde yeri yoktu, olamazdı. Üstelik savaşa gönüllü katılmıştı, kim bilir kaç İngiliz’in ölümüne yol açtığı için Demir Haç madalyasıyla ödüllendirilmişti ve kim bilir bilinmeyen kaç suça karışmıştı… Bert, kendisini bir kez daha kabul ettirmeye çalışıyordu. İlkinde, kendi ailesine, kendi ülkesine kabul ettirmeye çalıştı ve askere gönüllü yazıldı; sonra, düşman denen ülkede yaşamaya karar verdi, orada bir aile kurdu, komşulara, etrafa kendini tanıttı, bir Nazi olmadığını ama her heyecanlı genç gibi askerliğe heves ettiğini, yaptığı her şeyin bununla sınırlı olduğunu söyledi. Hayatını değiştiren ise “suç şahsidir,” diye yazı yazan Manchester’daki haham oldu, onun yazısı adeta sözleşmeden değerliydi Bert için ve bizzat suça karışmayan insanların Nazi olarak ömürleri boyunca cezalandırılmamaları gerektiğini söylüyordu. Bert Trautmann, Manchester City kalesine geçtiğinde çok genç değildi ama beş yüzden fazla karşılaşmada kaleyi korudu. City tarihinin en çok forma giyen oyuncularından biri oldu. Bir maçta, boynu kırıldığı halde sahayı terk etmedi. Ve, tribünler, yani on binlerce İngiliz, savaştan birkaç sene sonra, hep bir ağızdan bir Alman’ın adını, üstelik kendilerine karşı savaşmış, bomba atmış, Demir Haç sahibi bir Nazinin adını sevgiyle haykırıyordu. “Bert Trautmann! Bert Trautmann!” Birini affetmek çok zor, hele sana geri alınamayacak kayıplar, acılar yaşattıysa… Bert Trautmann’la İngilizlerin ilişkisi burada da kalmadı. İyi niyet elçiliği görevini üstlendi, Almanya ile İngiltere arasında bir köprü oldu. Cinnet cehenneminden kendini futbol sayesinde çıkarabildiğinde Bert Trautmann olabildi. Bombalar yağdıran asker mi, boynu kırıldığı halde maçı bırakmayan özverili kaleci mi… Bir trafik kazasında oğlu öldü, küçücüktü henüz, “yaptıklarımın, dahası yapmadıklarımın, engellemediklerimin bedeli,” dedi, öyle gördü başına gelenleri. Müttefik askerlerinin Nazileri yendiği filmlerde duyguyu aktarmak kolay. Zaten öyle olsun istiyoruz, filmin başında kendimizi on ikinci adam olarak esirlerin takımına yazıyoruz. Ama ya esirler, Almanlarsa? Affetmek nerede başlar? Kaleci’yi izlediğimden beri aklımda bu soru; yüzleştiğinde mi, artık seninle birlikte olduğunu hissettiğinde mi yoksa işine geldiğinde mi… Bence birincisinde çünkü yaptıklarınla samimiyetle yüzleşirsen kendini ikinci tarafta buluyorsun. Gene de, karar vermek o kadar kolay değil. Sicili Bert Trautmann gibi birini kendi tuttuğum takımda görmek ister miyim? Manchester City’li olsam onu affeder miydim yoksa takımı tutmayı mı bırakırdım? Açıkçası buna şimdi bile rahatlıkla şöyle yapardım diye bir cevap veremiyorum. Yazacağım şeyi kesenkes yapacağıma kendimi ikna edemiyorum. Yazıda bahsedilen filmler Maç / https://www.imdb.com/title/tt6639482/ Zafere Kaçış / https://www.imdb.com/title/tt0083284/?ref_=fn_al_nm_1a Cehennemde İki Devre / https://www.imdb.com/title/tt0056160/ Kaleci/ https://www.imdb.com/title/tt4642192/?ref_=fn_al_tt_1