O gün yaşananlar az gelişmiş toplumsal hafızamıza yenik düşerse ya da daha büyük faciaların gölgesinde yitip giderse ve “10 Ekim’de ne olmuştu?” sorusunun yanıtını bulmakta zorlanırsak diye not düşeyim: O gün “öfkeli çocuklar”, halay çeken çocukları katletti. Sirkadiyen ritmi tersine işleyen biriyseniz sabah uyanmak zordur. Alarm defalarca ertelenir, her çalışında bir dünya sövgüye muhatap olur. İşe yetişmek için kendini yataktan kazımak bir mecburiyet olmakla birlikte daha az zorunlu gerekçelerden her an vazgeçilebilir. Bunun üzerine bir de sonbahar, yani mevsim geçişi eklenince işler iyice zorlaşır. Tıpkı bunun gibi bir sonbahar sabahı, çalan alarmı yine defalarca erteleyip, sonunda tümden kapatıp, kafamı tekrar yastığa gömüp, evden çıkmaktan vazgeçmiştim. Birkaç saat sonrasında ise sıçrayarak uyandığım o haber geldi: “Gar’ın önünde canlı bomba patladı…” (Hiçbir zaman profesyonel bir eylemci olmadım. 2015’te iki genel seçim arasındaki dönemde yaşanan olaylar karşısında ses çıkarma ihtiyacını daha yoğun hissetmiştim sadece.) Ölümü ertelemek mümkün müdür, kader midir, hatta kader var mıdır hepsi tartışılır. Lâkin o sabah evden çıkamayışımı, belki hayatta (tesadüfen) kalışımı da açıklayacak “yazgı” dışında bir kavram olduğunu sanmıyorum. Lakin Gar Meydanı’nda katledilen 103 kişi, ölümü erteleyemedi. Sonrasında öğrendim ki pek çoğumuzu hayatta tutan benzer gerekçelerdi; aracına park yeri bulamadığı için patlama anında alanda olmayan, evden çıkmadan önce çocuğunun karnını doyurmaya çalışan, buluşacağı arkadaşları geç kaldığı için Gar’ın önüne henüz ulaşamamış olan… Küçük detayların, oyalayıcı sebeplerin yarattığı vakit kaybıyla kıl payı tutunmuştuk yaşama. Günün geri kalanı, kan arayanların duyuruları ile “ihtiyaç yok” diyen resmî açıklamaların arasında hastaneden hastaneye koşturmakla (Cebeci Kan Merkezi tarihinin en kalabalığı o gün gördü muhtemelen) ve “iyi misin?” sorusuna yanıt aramakla geçti. İyi değildik. Simit satıcısından minibüs şoförüne, ülke gündemiyle uzaktan yakından alakası olan-olmayan herkesin yüzünden öfke akıyordu o gün. Şehir kocaman bir taziye eviydi ve isyanı yüzünden okunan insanlar, ağızlarından okkalı küfürler çıkmasın diye susmaya gayret ediyordu. “İyi günler” denemiyordu bu kadar kasti kötülüğün içinde. Ankara tarihinin en kanlı saldırısına sahne olduğu gün, alanda bulunmayışıma şükrederken hissettiğim “bir şeyler yapmak gerek” sorumluluğuydu. İnsanların meydanlarda, pankartların, bayrakların altından yakınlarının cesetlerini (ya da kopan uzuvlarını) aradığı bir ortamda “yaşananları kınamanın” ve “susmanın” dışında yapılması gereken bir şeyler olmalıydı. Fakat katliamları önlemek için bir şeyler yapma gerekliliğini dillendirmenin, katliam yapmaktan daha ağır suç sayıldığını düşününce de tüm seçenekler tükeniyor. Alternatif medyaya yansıyan görüntüler, ambulansların önünün kesilmesi, yaralılara müdahale eden alandaki sağlık personellerine yönelik saldırılar da faillerin arkasındaki cesaretin adresini fazlasıyla veriyordu. Unutursak kalbimiz kurur mu bilmiyorum, zaten bu acının unutulması imkânsız. Olur da unutursak, o gün yaşananlar az gelişmiş toplumsal hafızamıza yenik düşerse ya da (umarım olmaz ama) daha büyük faciaların gölgesinde yitip giderse ve “10 Ekim’de ne olmuştu?” sorusunun yanıtını bulmakta zorlanırsak diye not düşeyim: O gün “öfkeli çocuklar”, halay çeken çocukları katletti.