“Bir saat sonra bize ne olacağı belli değil, bir şeyler yapın.”
23 Temmuz günü Mardin’de gözaltına alındıktan sonra tutuklanan JİNHA muhabiri Zehra Doğan, geçen yıl 8 Eylül’de Cizre’den kendisine ulaşan Evrensel gazetesine bunları söylemiş: “Bir haftadır burada yoğun çatışma var. İki gündür hiçbir şey çekmiyor. Şimdi zar zor ulaşabiliyorum. Dün akşam saatlerinde başlayan çatışma hiç bitmedi. Nur Mahallesinde’yiz, her an sivil bir katliam söz konusu. Herkes çok tedirgin, binlerce bomba atıldı. Cizre’de bir saat sonra bize dahi ne olacağı belli değil. Haber takibi sırasında 5 kez tarandık... Hiçbir basın yok, neden onu da bilmiyorum.”
Bunları, Zehra’nın son birkaç yıldır ne koşullarda yaşadığını ve çalıştığını yansıttığı için aktarmak istedim.
Zehra Doğan, daha önce Şengal bölgesinde DAİŞ zulmünden kaçmayı başaran Ezidi kadınların hikayelerini anlattığı haberiyle Metin Göktepe ödülünü almış usta bir alan muhabiri.
Tutuklandığı güne kadar da Cizre, Derik, Dargeçit ve son beş aydır Nusaybin’den canı ve özgürlüğünü her an tehlikeye atarak haber geçti.
Gördüklerini haber yapıp yazmakla kalmadı, yaşamını izlediği insanların duygusunu da resme döktü.
Zehra’nın hayatının tehlikede olduğu çok sayıdaki günden biri olan o gün söylediği en vurucu şey, bence savaş alanına dönmüş bir ilçede, en kritik anlarda kendilerinden başka basın mensubu olmadığı gerçeğidir.
Zehra, kendisiyle Mart ayında Ayrıntı dergisinde yapılan söyleşide ana akım olmayan medyanın bile ilgisizliğinden yakınırken, “...her şey bittikten sonra gelip üç beş hendek fotosu, birkaç görüşle yaşananlar yansıtılamaz. Ama onlar turistik gezi yaparmış gibi gelip gidiyorlar. Bence böyle olmamalıydı” diyor.
Bu yüzden, zor süreçte yaşanan korkunç savaşın kaydını tutma, bugüne ve yarına aktarma, tarihe not düşme sorumluluğu da hemen tamamen Kürt medyasından meslektaşlarımızın omuzlarına kaldı. Onlar da en kötü koşullarda bile, o alanları terk etmediler.
Bunu yaparken, Türkiye’nin tamamen iktidar kontrolüne girmiş ve deyim yerindeyse her kesimden makul insana biraz da olsa hitap edebilecek “orta saha”sını kaybetmiş ana akım medyası karşısında, onlar da “taraflarını” seçip “halklarının gazetecisi” oldular. Halklarının karşı karşıya kaldığı durumu tarihe kaydettiler, bilmek isteyen, soran herkese de anlattılar.
Bu süreçte sesi oldukları halkla bir ve aynı şeydiler:
“Aylardır tek evimiz sırtımızdaki çantamız olmuş vaziyette. Her gün farklı bir ailenin evine misafir oluyoruz. Tamamen komünal yaşamı kendi yaşamında esas alan ailelerle beraber sofralarına konuk oluyoruz.”
Ayrıntı dergisindeki aynı söyleşide Zehra, habercilikteki amaçlarını da şöyle tarif ediyor:
“Barikatın arkasında yaptığımız tüm haberlerde doksanlardan bu yana direnişi sürdüren halkın yaşadığı acıları ve bu acılara karşı neden direnişte olduklarını duyuruyoruz. Direnişin nedeni anlatmaya çalışıyoruz.”
İşte tam da bunun için iktidarın açık hedefi oldu Zehra ve Kürt medyasından diğer meslektaşlarımız. Tarihi kendi istediği gibi yazmak isteyen güçler, karşı tarafın vakanüvislerini, tarihçilerini yok etmelidir çünkü.
Bugün bu yüzden cezaevlerindeki 36 gazetecinin büyük çoğunluğu 10 da gazete dağıtımcısı Kürt meslektaşlarımız.
Yazdıkları haberler, sosyal medyadaki paylaşımları, kullandıkları fotoğraflar, -Zehra Doğan örneğinde, yaptığı resimler bile- haklarındaki dosyalara “örgüt üyesi” olduklarının ya da “örgüt propagandası” yaptıklarının delili olarak konabiliyor.
Son zamanlarda tutuklu gazetecilerle dayanışanların sıkça kullandığı “Gazetecilik Suç Değildir” sözü, bazen yanlış yorumlandığı gibi, gazetecilerin yargıdan muaf olması gerektiğini söylemiyor.
Gazeteciler suç olan bir fiili işlerlerse yargılanabilir kuşkusuz. Fakat bir gazeteci, yaptığı haberleri, çektiği fotoğrafları, çalıştığı kurumu beğenmediğiniz için suçlu ilan edilemez.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’deki güç dengelerini, iktidarın önceliklerini değiştirdi ancak Kürt meslektaşlarımıza yönelik gözaltı ve tutuklamalar bu tarihten sonra da devam etti. Onlar da zaten OHAL ilan edildiği zaman bu durumu “Bize zaten hep OHAL” diye karşıladılar.
Fakat, 15 Temmuz basın özgürlüğü açısından başka kesimler için önemli bir dönüm noktası oldu. Şimdi tutuklu gazeteci sayısının hızlı bir artış gösterebileceği ve “Gazetecilik Suç Değildir” sloganını yine sıkça duyacağımız yeni bir döneme girdik.
Bu kez, iktidarın, uzun süre birlikte yürüdüğü bir egemen klikle yani Gülen Cemaatiyle nihai hesaplaşmasını yaparken, onun tarih yazıcıları olarak gördüğü çok sayıda gazeteci-yazarı darbecilik suçlamasıyla saf dışı edişine, o arada ilgili ilgisiz birçok insanın da başını yakışına tanık olacağımız anlaşılıyor.
Basın özgürlüğü ve halkın haber alma hakkını savunanlar açısından burada söylenecek en doğru söz yine “Gazetecilik Suç Değildir” olacak.
Sonuçta doğrudan suç işlemediği sürece, bir gazetecinin yazdığı şeyleri, yaptığı haberleri beğenmediyseniz, karşı eleştiri, karşı yayın, tekzip, ifşa, hatta yeri geldiğinde onu okumamak, seyretmemek gibi yollar her zaman açıktır.
Darbe girişimi ardından kutlamaları halen devam eden “demokrasi” rejiminin olmazsa olmaz temellerinden olan düşünce ve ifade özgürlüğü de, haber alma hakkı da bunu gerektirir.
Ayrıca siyasi sorumluluklardan, etikten söz edilecekse -ki edilmelidir- bugün hangi gazetecinin, ülkenin karşı karşıya bulunduğu sorunlardan –barış sürecinin bozulması ve darbe girişimi dahil- 14 yıldır iktidarda olan hükümetten daha fazla sorumlu olduğu söyleyebiliriz?