“Ya benimsin, ya kara toprağın” zihniyeti ile, arama-kurtarma çalışmalarının başlaması ve yardımların ulaşması engellenmiş oldu. “AFAD’ın izni olmadan burada kuş uçmaz” mantığının; “benim tarafının adını taşımayan ve benim iznim olmayan yardım edemez” mantığı ile, “ya benimsin/bendensin veya kara toprağın” yaklaşımının  ne farkı var gerçekten?  Dönemeyeceğiz. Dönmeyelim de zaten, meğerse “normalimiz” çok anormalmiş. Üzerinden bir haftayı aşkın süre geçen ikiz depremlerin, öncesi ve sonrası herşey anormal. Bu depremlerden sonrası, artık hakikaten de bu ülkede sağ kalanlar için bir istiklâl savaşı. Bu sistemin zincirlerini kırmalı ve özgürlüğümüzü kazanmalıyız. Başka çaremiz yok: öncelikle, bu depremlerde hayatını kaybedenler ve yaşamları darmadağın olanlara hak ve adaleti borçluyuz. Bu da, herşeyi çarpık bugünkü sistem ile mümkün değil. Kaldı ki, yarın öbür gün bizler ve yakınlarımız hayatını kaybeden olacağız devranı döndürmezsek. İkiz depremlerin öncesi ayrı bir mesele: tüm o dayanıksız inşaatlar, çürük rezidanslar; müteahhitten başlayıp denetleme görevini üstlenen özel yapı denetim firmasına, inşaat mühendisleri ve mimarlardan şantiye şeflerine, başkentteki mevzuat düzenlemelerinden, imara açılan ama inşaata uygun olmayan arazilere, tapu kadastrodan imar müdürlüklerine-halka halka birbirine eklemlenen ve ucu Ankara’nın “karanlık koridorlarına” bağlanan bir büyük yalan ve çeteleşme bir yanda... İkiz deprem sonrası ise ayrı mesele: afete hazırlıklı ve müdahale ile yükümlü devlet kurumlarının muazzam acizliği de ortada. “Ya benimsin, ya kara toprağın” “Ya benimsin, ya kara toprağın” zihniyeti ile, arama-kurtarma çalışmalarının başlaması ve yardımların ulaşması engellenmiş oldu. “AFAD’ın izni olmadan burada kuş uçmaz” mantığının; “benim tarafının adını taşımayan ve benim iznim olmayan yardım edemez” mantığı ile, “ya benimsin/bendensin veya kara toprağın” yaklaşımının  ne farkı var gerçekten? Türkiye Cumhuriyeti, 1999 Marmara Depremi sonrası, afet sonrası müdahaleyi değil; öncesindeki hazırlığa ve dünya genelinde olduğu gibi, “risk yönetimine” odaklanmayı seçmişti. Böyle olduğunu sanıyorduk; çünkü kağıt üzerinde ve iletişimi sağlanan medya algısı öyle diyordu... Ancak, Marmara Depremi’nden yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra; aradaki süre zarfında gerçekleşen  teknolojik gelişmeler de göz önüne alındığında, bu bir haftada yaşanan tablo kabul edilemez. Türkiye, 21. yüzyılın en büyük felaketlerinin olduğu ülke değil. Daha, 2014’te Şili’deki Iquique Depremi’nin kendisi 8,2 şiddetinde idi. Artçıları, 7,7...Tamam, Iquique, ince uzun bir şerit şeklinde uzanan bir tür Mersin gibi. Öte yanda, Atacama Çölü var. Ama, Şili’nin en önemli limanlarından biri Iquique: ve oradaki deprem sonrası durum, Türkiye’nin bugünü ile karşılaştırıldığında son derece organize, kapsamlı ve kapsayıcı idi.
Siyaset, bu istiklâl mücadelesinin verilebileceği alanların başında yer alıyor. O yüzden, ikiz depremler öncesi sonrası olup biten herşey siyasi; siyasi olmak zorunda.
Sivil toplumun boğulması ve devletin koflaştırılması 1999 Marmara Depremi, Türkiye’nin deprem ve acil durumlara müdahale konusunda müthiş bir sivil toplum organizasyonu ortaya çıkarmıştı. Zaten dünya genelinde sadece Batı’da değil; Çin gibi dünyanın en büyük felaketlerini yaşayan bir ülkede de, sivil toplum örgütlenmeleri afetzedelere yardım sağlamakta kilit rol oynuyor. Örneğin, 2008’de Çin’de Sichuan Bölgesi’nde gerçekleşen 8 şiddetindeki deprem sonrası, sivil toplum örgütlenmeleri hızla organize olmuş ve etkilenen bölgede faaliyet göstermişti. Türkiye’ye yardıma gelen Çin ekiplerinin de, aydınlatma sağlayan insansız hava araçlarından, enkaz altındaki canlıların kalp ve nefeslerini tesbit eden cihazlara son teknolojiyi yardım için kullanabildiklerine tanık olduk. Demek ki, Türkiye gibi orta gelir grubunda yer alan Şili ve Çin gibi iki farklı başarılı örnek de mümkün. İlla, Japonya gibi dünyanın en zengin ve gelişmiş ülkelerden biri olmak da gerekmiyor. Türkiye’de 1999 Depremi’nden 2023’e gelinene kadar, o sivil toplumun her alanı daraltıldı. Kaldı ki devletin de, aşırı değil hiçleşen varlığı ile yüzleşiyoruz ikiz depremler sonrası. Devletin içi boşaltılan kurumlarla, yolsuzlukla, aşırı partizanlıkla yok edildiğinin kanıtı, depremler sonrası o en kritik günlerin kaybedilmesi de; deprem bölgesinin bir hafta sonra bile tuvaletten iletişime, barınmadan temiz suya temel ihtiyaçlar konusunda mahrumiyetle cebelleşmesi de...Tifüs, difteri, kolera gibi adı yıllardır anılmayan hastalıkların salgınları tehlikesiyle yüzyüze olmamız da... Siyaset, bu istiklâl mücadelesinin verilebileceği alanların başında yer alıyor. O yüzden, ikiz depremler öncesi sonrası olup biten her şey siyasi; siyasi olmak zorunda.