Mutlak acıdan kaçarız; ama haz ile acının birleştiği durumlardan değil. Hatta bizim için hazzın ve acının birleşimi, saf hazdan çok daha cezbedicidir. Hayatın en unutulmaz deneyimleri, acı ve hazzın birleştiği noktada ortaya çıkan deneyimlerdir. Kaçmak, alıp başını gitmek, tanınmadığım, bilinmediğim, mevcut kimliğimi beraberimde götürmek zorunda olmadığım, başka bir ben olarak var olabileceğim, özgür, duvarsız bir yere varmak... Bir şeylerden kaçmak, ya da bir şeye doğru kaçmak… Belki kendim çok sık yaşadığım için, belki de çevremde çok sık gözlemlediğim için, kaçma arzusunun insanın en temel ve derin arzularından biri olduğunu hep düşünmüşümdür. Şimdi ise bir davranış bilimci kimliğiyle etrafımızda olup bitenleri anlamlandırabilmek adına başvurduğum en önemli değişkenlerden biri olarak karşıma çıkıyor kaçış. Neden kaçmak istiyoruz? Bu boğulma hissine, bazen biraz nefes alıp geri dönme, bazense hiç dönmeme arzusuna neden olan ne? Kendimizi içine kapattığımız kapanların ötesine geçip, kaçmak istemeyeceğimiz bir hayat inşa etmek mümkün mü? Şayet mümkün değilse, kaçış sürekli bir oluş biçimi midir? İnsan kaçma isteği duymayacağı bir yere varabilir mi? Sanmıyorum... Bana öyle geliyor ki kaçış, insanın varoluşunun temel taşlarından biri. Kaçış da böyledir; sizi kuyunun dibinden alır ve gökyüzüne taşır. Bir süre sonra da olduğunuz yere geri bırakır. Aşırıya gitmemizin, bağımlılığa neden olmasının ve bana göre asla sona ermeyecek bir döngü olmasının nedeni de budur. Felsefi anlamıyla kaçış, insanın farklı bir dünyaya – belki bir oyun dünyasına veya hayali bir aleme - çekilerek gerçekliğin taleplerinden ve zorluklarından kendini soyutlaması olarak tanımlanabilir. Bu anlamıyla kaçış, hem sık sık ve küçük küçük içine girdiğimiz bir hâl, hem de zaman zaman bizi dünyamızı alt üst edecek kadar büyük kararlara iten bir durum olabilir. Hayal kurarken, bir bilim kurgu romanı okurken, video oyunları oynarken ya da günlük hayatta işimizi bırakıp beş dakikada bir baktığımız sosyal medyada gezinirken aslında hep küçük kaçışlar yaşıyoruz. İnsan sorumlulukların yükünü, stresi, can sıkıntısını, mutsuzluk ya da gerçek yaşamdan memnuniyetsizlik duygularını gidermek de dahil olmak üzere çeşitli nedenlerle, yine kendi eliyle inşa edilmiş olan gerçekliğinden kaçabilir. Bu gerçeklikler her zaman kendi elimizle inşa edilmiştir; zira ülkenin içinde bulunduğu durumdan, kendi hayatınızın koşullarına kadar kaçılası bir gerçeklik olarak algıladığımız her şey, bizim yorumlamalarımız nedeniyle zihnimize bu şekilde kodlanmıştır. Dolayısıyla insan çevreden çektiği veriler üzerinden yaptığı dünya yorumlamasıyla kendine bir gerçeklik yaratır. Ve sonrasında çoğunlukla bu gerçekliği kendisinin inşa ettiğini göz ardı ederek, memnun olmadığı bu gerçeklikten başka bir kurgusal gerçekliğe doğru kaçmak ister. Kaçış, kuşkusuz ki geçici bir fiziksel ve duygusal rahatlamayı da beraberinde getirir; ve tam olarak bu nedenle zaman zaman“aşırı” hale de gelebilir. Zira kaçış, hem zevkli hem de acılı bir süreçtir ve insan, bizim hatalı kanımızın aksine, çoğu zaman mutlak bir hazza meyletmez. Mutlak acıdan kaçarız; ama haz ile acının birleştiği durumlardan değil. Hatta bizim için hazzın ve acının birleşimi, saf hazdan çok daha cezbedicidir. Hayatın en unutulmaz deneyimleri acı ve hazzın birleştiği noktada ortaya çıkan deneyimlerdir. Aşk bu deneyimlerden biridir, paraşütle bir dağın tepesinden atlamak bir diğeri… Tatlı ekşi bir içecek içtiğinizde ağzınıza gelen tat dahi bunun bir örneğidir. Çelişen duygu durumları ve hâller, birbirinin etkisini kuvvetlendirir. İyiyi daha iyi, kötüyü daha kötü olarak algılamamıza neden olur. Zirveden düşer, sonra birden tekrar yukarı çıkarsınız. İşte bu, hatırda kalacak olan bir deneyimdir. Kaçış da böyledir; sizi kuyunun dibinden alır ve gökyüzüne taşır. Bir süre sonra da olduğunuz yere geri bırakır. Aşırıya gitmemizin, bağımlılığa neden olmasının ve bana göre asla sona ermeyecek bir döngü olmasının nedeni de budur.
Çok sevdiğim Fransız yazar Marcel Proust ise gerçeklerden kaçmayı, anıların ve duyguların güzelliğini korumanın bir yolu olarak görüyordu. Bana göre bu, kaçışın bugüne kadar yapılmış en güzel betimlemelerinden biri…
Kaçış kavramı felsefede, özellikle gerçeklik ile insan deneyimi arasındaki ilişki bağlamında çokça tartışılır. Yaygın görüş, kaçışa ahlaki bir açıdan yaklaşarak, gerçeklikten ya da sorumluluktan kaçmayı zayıflık olarak görür. Gerçeklerle yüzleşmek değerlidir ve insan bu cesarete ve sorumluğa sahip olmalıdır. Nietzsche, gerçeklerden kaçmayı, gerçekliğin meydan okumalarıyla başa çıkamayan bir nihilizm biçimi olarak düşünür ve eleştirir. Benzer şekilde Sartre da kişinin kendi hayatının sorumluluğunu almayı reddetmesi olarak görerek kaçış fikrini reddeder. Gerçeklerden kaçmak bireysel ve toplumsal olarak olumsuz sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir ve bu nedenle insanların kendi gerçekleriyle yüzleşmeleri ve kaderlerini şekillendirmek üzere mücadele etmeleri gereklidir. Diğer yandan kaçışı, bu dünyadan çekilerek başka bir dünyaya adım atmayı, hayal gücünün, yaratıcılığın ve öznel deneyimin tetikleyicisi olarak gören bir kanat da mevcut. Örneğin Merlau-Ponty kaçışı bir tür yabancılaşma, dünyadan ve kendi fiziksel ve duyusal deneyimlerimizden ayrılma olarak görüyor. Bu tür bir soyutlanmanın anlam kaybına ve dünyadan kopukluk hissine yol açabileceğini, ama aynı zamanda hayal gücünü ve yaratıcılığı yeniden ortaya çıkarabileceğini düşünüyor. Bu sayede dünyayı yeni şekillerde anlamaya ve takdir etmeye, dünyayla daha derin ve anlamlı bir bağlantı kurmaya başlayabileceğimizi ileri sürüyor. Çok sevdiğim Fransız yazar Marcel Proust ise gerçeklerden kaçmayı, anıların ve duyguların güzelliğini korumanın bir yolu olarak görüyordu. Bana göre bu, kaçışın bugüne kadar yapılmış en güzel betimlemelerinden biri… Kimileri tarafından romantikler olarak adlandırılmalarına rağmen bence gerçekliğe çok daha yakın duran taraf bu. Zira insan kaçmamanın gerekliliği üzerinden kendini bir noktaya sabitleyebilecek kadar mekanik ve rasyonel bir varlık değil ve aksi yöndeki herhangi bir zorlama da gerçekliğin reddinden başka bir şey olmazdı. Bana göre daha realist olan bu kanat, kaçış arzusunun hem önlenemez olduğunu hem de insanın ilerlemesinin yolunu açan temel motivasyonlardan biri olduğunu savunuyor. Zira, kaçış, temelde bir rahatsızlık duygusundan kaynaklanıyor. Rahatsız olmayan hareket etmiyor ve ilerlemek için hareket gerekiyor. Fakat kuşkusuz ki hareket de beraberinde sürtünmeyi, direnci getiriyor. Bu yüzden de insan çoğu zaman bir yayın ucuna bağlanmış gibi, kaçma girişimlerinde bulunup, sürtünmeli yüzeyin direncinden dolayı bir noktadan sonra başladığı yere geri dönüyor. Zannederim sonuç da pek önemli değil. Güzel olan ne varsa, o çabanın içinde yaşanıyor.