Türkiye karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlara acil çözümler bulmak zorundadır. Yükselen enflasyon, TL’nin aşırı değer kaybı ve artan işsizlik kamuoyunda endişe yaratmaya başlamış, toplumsal barışı tehdit eder noktaya gelmiştir.  En son açıklanan Gelir Yaşam Koşulları Araştırmasının sonuçları da, 2019 yılı içinde gelir dağılımının ciddi oranlarda bozulduğunu göstermektedir. 2020’de yaşanan salgının ekonomik etkileriyle bu bozulmanın çok daha ileri boyutlara ulaşacağı beklenmektedir. Tüm bu olumsuz gelişmeler, 20 yıla yaklaşan AKP iktidarında görülmemiş gelişmelerdir. Dahası siyasi kadroların bu problemlerle baş edebilecek bilgi ve deneyimleri yoktur. Çözüm arayışlarımızda gördüğümüz bir diğer eksikliğimiz ise, ekonomik politika arayışlarımızın yeterli makroiktisadi bakışa sahip olmamasıdır. Son zamanlarda bu bakış daha çok TCMB’nin para politikası ve mali piyasalardaki gelişmeler üzerinden yorumlanmaktadır.  Temel fiyatların reel sektörler üzerindeki olası etkileri ve bunun yaratacağı bazı imkânlar ya görülememekte, ya da önemsenmemektedir.  Oysa mali kaynak sıkıntısı içinde olan bir ekonomide bu imkânların da devreye sokulması elzemdir. Uzunca bir dönem ekonomideki başarılarına dayanarak ekonomik popülizm yapan AKP iktidarı, yüksek bir büyüme oranını en son 2017 yılında %7,5 ile elde etti. Bu tarihi izleyen üç yılda ise, Türkiye ekonomisi 2018 yılında %2,96, 2019 yılında %0,92 ve nihayet 2020 yılında %1,8 büyüyebildi.  Bu göstermektedir ki, Türkiye ekonomisinin büyüme modeli ciddi bir tıkanmayla karşı karşıyadır.  Bugüne kadar birçok ekonomik sorunu yüksek büyüme oranlarıyla çözebilmiş, en azından görünmez kılabilmiş bir iktidar, ekonomiyi yönetebilme kabiliyetinde azalmayla karşı karşıya kalmıştır. Türkiye ekonomisinin geldiği bugünkü sıkıntılı noktada, ekonomide istikrarın tekrar nasıl sağlanacağının ve sürdürülebilir bir büyüme patikasına nasıl geçileceğinin cevabını verebilmek önemlidir. Bu sorunun cevabı Türkiye ekonomisinin mevcut yapısal kısıtları göz önüne alınarak verilmelidir.  Kanımca verilecek cevabın sadece iktidardaki siyasi anlayış için değil, aynı zamanda muhalif bakış açıları için de dikkate alınabilecek bir cevap olmasında yarar var. Çözüm önerirken, Türkiye ekonomisine yönelik dikkate alınması gereken belli başlı özel koşullar şunlardır. Birincisi, ekonomide inşaat ve hizmet sektörlerinin tümünün toplam katma değer içindeki ağırlığının yüksek olmasıdır.  Bu faaliyetler ülkeye genellikle TL cinsinden gelir yaratırken, yüksek döviz harcamalarına yol açarlar. Ama en önemlisi ekonomik toparlanma ve istihdam artışı için vazgeçilmez derecede önemli sektörlerdir. İkincisi, aynı sektörlerin toplam istihdam içindeki ağırlıklarının %50’yi aştığı gerçeğidir. İşsizlik sorununun gündemimizde önemli bir yer tutmaya başladığı bu günlerde, inşaat ve hizmetlerin sağlayacağı istihdam imkânlarını göz ardı etmek mümkün değildir. Üçüncüsü, gerek sermaye girişlerindeki yavaşlama, gerekse enflasyon endişesiyle inşaat ve hizmetler gibi döviz kazanma imkânı düşük olan sektörlere yönelik iç talebin kredi genişlemesiyle canlandırabilme olanağının kalmamasıdır.  Bu da göstermektedir ki, enflasyon kısıtı göz ardı edilerek hizmet ve inşaat sektörlerine yönelik kredi destekli bir talep politikasıyla yapılacak miktar ayarlaması arzulanan bir çözüm olmayacaktır. Dahası son zamanlardaki deneyimlerimizden de görüldüğü gibi, bu şekilde iç talep artışı ile sağlanacak büyümenin ekonomide bir kapsayıcılık sorunu yarattığı ve büyümenin sağladığı nimetlerin herkes için aynı derecede erişilebilirlik sağlamadığı anlaşılmıştır. Zira talebi körükleyecek krediye erişimin farklı gelir grupları arasında eşit olmaması böyle bir kapsayıcılık sorununun doğmasına yol açmaktadır.  Gelir dağılımındaki bozulmanın ve yoksulluğun yüksek olduğu bugünkü koşullarda, böyle bir büyüme arzusunun, kısa dönemde olmasa bile, orta ve uzun dönemde istenmeyen sonuçları olacaktır. Bu kısıtları dikkate alarak ortaya konulacak kısa dönemli politikaların hizmet ve inşaat sektörlerinin günümüz Türkiye ekonomisi için önemini göz ardı edebilmesi mümkün olmayacak; dahası çözüm için önerilecek politikalarda bu sektörlerin özne olarak ele alınması gerekecektir.  Bu doğrultuda önerilecek politikanın temel unsurları ise şunlardan oluşmalı. *** Kredi genişlemelerinin sağlayacağı miktar ayarlamaları yerine fiyat ayarlaması üzerinden elde edilecek imkanlardan yararlanmak öncelikle dikkate alınması gereken politika olmalıdır. Bununla kastedilen, kredi destekli talep yerine nispi fiyatlarda hizmet gibi sektörlerin lehine sağlanacak değişiklikleri tercih etmektir. Bugünlerde üzerinde çok durulmasa da, TL’de 2018 yılında başlayan değer kayıpları hızlanarak devam etmektedir. TCMB’nin TÜFE bazlı reel efektif döviz kurunun endeks değeri haziran ayı itibariyle 60’ların atına düşmüştür.  Bu açık bir şekilde TL’de yaşanan “aşırı” değer kaybının bir göstergesidir.  Aynı endeksin 1994 yılındaki gibi bir finansal krizde bile bu düzeylere düşmemesi dikkat çekicidir. Reel kur biz iktisatçılarca bir nispi fiyat ölçüsü olarak ele alınır. Genellikle ülke içinde ticareti yapılabilen ve ülkeye döviz geliri kazandırma kapasitesi düşük malların fiyatları ile ülkenin dış ticaretine konu olup ülkeye döviz geliri sağlayabilecek malların ortalama fiyatlarının bir oranı olarak da düşünülebilir.  Bu nispi fiyatın 100’ün altına düşmesi, ülkeye TL gelir sağlayan ama dış ticareti yapılamayan malların fiyatlarının göreli olarak düşük olduğuna işaret eder.  Bu mallar hizmet ve inşaat gibi sektörlerde üretilen mal ve hizmetlerdir.  TL’nin reel olarak aşırı değer kaybı, bu tarz malların ve bu mallara yönelik iktisadi faaliyetlerin cazibesinin azalması anlamına gelir. Bugün ülkemizde yaşadığımız durum budur. Reel kur bu azalmaya devam ettikçe, hizmet ve inşaat sektörlerindeki iktisadi faaliyetleri cazip kılabilmek ve canlandırabilmek için çok fazla kaynak kullanmak gerekecektir. Bugünkü mali koşullarda böyle bir politikanın maliyeti de yüksek olacaktır. TL’nin değer kaybı yaygın biçimde ihracat ve sanayi sektörü için olumlu bir gelişme olarak düşünülür. Reel olarak TL’nin değer kaybı, Türk mallarının uluslararası piyasalarda rekabet gücü kazanması anlamına gelir ve bu şekilde ülkenin daha fazla döviz geliri elde ettiği düşünülür. Elbette bu bakış açısı katma değeri yüksek, ithal girdi kullanımı düşük olan ihracat yapısının olduğu durumlarda yerinde bir beklentidir. Oysa bizim ekonomimizde TL’nin değer kaybı ihracatı arttırırken, ithal girdi maliyetinin de artmasına neden olmakta, bu da ihracatın karlılığının azalmasına yol açmaktadır. Türkiye ekonomisi bakımından önemli bir konu da, TL’nin değer kaybının artan ithalat fiyatları üzerinden bir de maliyet enflasyonu yaratma tehlikesinin bulunmasıdır. Zaten son aylarda TÜFE ve ÜFE arasındaki makasın açılması bunun bir göstergesidir. Reel kur üzerinden rekabet gücü elde etmek ve bu şekilde sanayi üretiminin artmasını sağlamak büyüme bakımından arzu edilen bir gelişme olarak düşünülebilir. Ancak sanayinin toplam üretim içindeki payın %20’ler civarında olması, en azından kısa dönemde böyle bir büyüme etkisinin sınırlı düzeylerde kalacağına işaret etmektedir. Sanayinin ekonomideki ağırlığını arttırmadan, sadece kur rekabetine dayanarak sanayi üretiminin sürekli yurt dışı talebe yönlendirilmesi orta ve uzun vadede çok fazla istenilen bir durum değildir. Ancak kısa dönemde, ülkenin döviz gelirlerini arttırmaya için sanayi üretimin nispi fiyatlar yoluyla dış talebe yönlendirilmesi tercih edilebilir. Fakat ülkemizdeki işsizlik ve düşük büyüme sorunlarına kısa vadede çözüm bulabilmek bakımından, hizmet ve inşaat sektörleri gibi ekonomideki ağırlıkları yüksek olan iktisadi faaliyetlere yönelmek çok daha yerinde bir tercihtir. Reel kur endeksinin 60 seviyesinin altına düşmesi hizmet ve benzeri iç talebe duyarlılığı yüksek sektörlerin arz bakımından karlılığının düşmesi ve bu sektörlerde faaliyette bulunma motivasyonun azalması anlamına gelmektedir. Gerek işsizliği azaltma, gerekse kısa dönemde büyümeyi canlandırabilmek, bu sektörlere yönelik arz yönlü bir desteğin oluşturulmasını gerektirmektedir. Neden arz yönlü bir desteğe ihtiyaç olduğu ise tamamıyla ülkenin mali imkânları ile ilgilidir. Özellikle talebi destekleyecek doğrudan bir gelir ve borçlanma politikasının uygulanabilirliği yoksa karar alıcıların arz yönlü politikalara yönelmesi çok daha olasıdır. *** Türkiye ekonomisinin bugün maruz kaldığı işsizlik ve yetersiz büyüme sorunlarının kısa vadede çözümü için, öncelikle TL’de görülen aşırı değer kaybının önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu hizmet gibi dış ticaret imkânı sınırlı sektörlerin karlılıklarındaki düşüşü durduracak, bir noktadan sonra iyileşmesine olanak sağlayacak ve bu yönüyle ekonomiyi arz yönünden destekleyecektir. Genellikle ülkemizde yapıldığı gibi, reel ve nominal kurları sadece finansal piyasalar üzerindeki etkileri dikkate alınarak değerlendirmek yeterli olmayacaktır. Neticede bir nispi fiyat olan reel kurların, ülke ekonomisindeki farklı kesimler üzerine etkileri de farklı düzeylerde gerçekleşecek ve kaynakların bu sektörler arasında dağılımı bu nispi fiyatlara göre belirlenecektir. Bu finansal değil, daha çok iktisadi bir bakış açısıdır.  Bu bakımdan nispi fiyatların düzeyini gözeten bir yaklaşımın, sınırlı düzeylerde de olsa, bugün ortaya çıkan sorunlarımızın nedenlerini anlamak bakımından da bir işlevi olacaktır. Sanayinin uluslararası rekabetçilik düzeyini çok fazla bozmadan, TL’nin reel değer kaybı önlenerek, hizmet gibi yurtiçi talebe duyarlı sektörlere yeterli fiyat teşvikinin oluşturulması ivedilikle gereklidir.  Bu şekilde TL’nin sınırlı düzeyde değer kazanmasıyla değişen nispi fiyatların yol açtığı bir ikame etkisi, içeride sanayi mallarına yönelik ek talep oluşturacaktır. Aynı zamanda göreli olarak ucuzlayan sanayi mallarının ortaya çıkaracağı ek satın alma gücü vasıtasıyla ortaya çıkacak bir gelir etkisini de yerel nitelikli hizmet gibi sektörlerdeki faaliyetlere yönelik talep oluşturacaktır. Bu şekilde, hatta nominal gelirlerde herhangi bir artışa gereksinim duymadan, hizmet ve benzeri sektörlerin bugün eksikliğini çektiği iç talep, kredi genişlemesine gidilmeden sağlanabilecektir. Bugün Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu aşırı değer kaybetmiş TL değil, aksine göreli olarak değer kazanmış bir TL’dir. Bunu sağlayacak olan ise TCMB’nin uygulayacağı para politikası ve Bankanın bu politikanın arkasındaki duruşudur.