Hukuk, son kertede, insanların ürettiği mal ve hizmetlerin bir parçası. Bu arzın değerli olabilmesi için de talep olmalı. Oysa bizim ülkede böyle bir talep yok, herkes o kadar kuralsız yaşamaya alışmış ki... Sizi bilmem ama ben artık neredeyse hiç televizyon seyredemiyorum. Aslında bazen seyretmek istiyorum, şöyle kaliteli tartışma programları eskisi gibi, karşı olduğun tarafta bile belli entelektüel seviyesi olan, nazik, değerli birinin olduğunu bilerek ona karşı çıkmak… İtiraf edeyim, Halk TV’deki iki program ile Fox’un dörtlüsünü bu ithamlardan hariç tutuyorum: Murat Sabuncu-Levent Gültekin, İsmail Saymaz-Kadri Gürsel ve Çiğdem Toker-Murat Yetkin-Nevşin Mengü-Deniz Zeyrek. Ama bunları bile televizyonda izlemiyorum, bazı basketbol maçları ve Netflix, Prime, Mubi gibi platformlar hariç televizyon hiç açılmıyor. Günlerce bir tuşa basılmasını bekleyen kocaman dikdörtgen bir nesne, salonun ortasında. Bereket, artık hayatımda YouTube diye bir şey var. Benim ekranda görmek istediğim hemen herkes orada, üstelik günden güne programların sayısı artıyor, benim için birkaç senedir öyle ama YouTube sanırım pek yakında herkesin birincil “yorum alma” kaynağı olacak -“haber alma” kaynağı ise Twitter. Şimdilerde yeni bir yapılanma içinde olan Gazete Duvar da YouTube’a bir girdi pir girdi. Öncelikle, sevgili arkadaşım ekonomist Oğuz Demir’in -“İlker Canıkligil tarzı” diyebileceğimiz- “Haydi Sor Sor” adlı programı başladı. Derken, çok sevdiğim iki insan birlikte program yapmaya başladılar: Kaç zamandır ekranda düzenli göremediğim Mehmet Altan ile Nesrin Nas. Perşembe günü program yayınlanınca geçtim bilgisayarın karşısına, Mehmet Altan’ı izlemeye başladım. Nesrin Nas’ı gene çeşitli programlarda izliyordum ama Mehmet Altan uzun zamandır yasaklıydı -televizyonda muhtemelen hâlâ yasaklıdır. Neyse, bırakalım da şu yasaklı laflarını programda konuşulanlara bakalım. Ülkeden giden gidene malum, fırsatını bulan, dünyada geçerli bir meslek sahibi olan herkes kapağı yurtdışına atmaya bakıyor. Hele yetişmiş genç nüfusta bu oranın çok yüksek olduğunu görüyoruz. “İnsan herkesin kaçmak istediği yönetmekten utanmalı,” diyen Mehmet Altan, yaşadığımız günleri değerlendirirken şöyle bir mukayese yaptı: “2021’deki trafik kazalarının yüzde 95’ini kimsenin kurallara ve ilkelere uymamasından kaynaklanıyor. (…) Burayı nasıl bir ‘ilkeler toplumu’ haline getireceğiz? Başta arabayı kullananın ölüme yol açabilecek bir tehlike olmasına rağmen kuralı ve ilkeyi yok saydığı bir ülkede yaşıyoruz. Bu iktidarın hâlâ inanılmaz ölçüde anayasayı yok saymasına, hukuku çiğnemesine karşın taraftar bulabilmesini belki de kazaları yapan şoförlerle birlikte analiz etmek gerekir.” Ne alakası var, deyip geçmek belki mümkün bu alegoriye ama ben bir ağaçkakan gibi aynı hukuk noktasını biraz gagalayarak eşelemek istiyorum. Hukuk, son kertede, insanların ürettiği “mal ve hizmetlerin” bir parçası. Bu “arzın” değerli olabilmesi için de “talep” olmalı. Oysa bizim ülkede böyle bir talep yok, hemen hiçbir zaman da olmamış, herkes o kadar kuralsız yaşamaya alışmış ki öcü gibi korkuyoruz kurallardan. Diyelim tek yön, karşıdan bir araba geliyor ama kızmıyoruz çünkü biz de bir yerlerde benzer şeyleri yapıyor, yapanları tanıyoruz, bu kuralsızlığın bir miktar dinamizm getirdiğini de söyleyebiliriz ülkeye ama miktarın dozu kaçınca kaosa dönüşüyor. Şu günlerde de kaos içinde el yordamıyla yolunu arayan, kural-kaide istemeden bir an önce buradan çıkmaya çalışan insanlar topluluğuna dönüştü burası. TENCERE KAYNIYORSA Yani, bir tiyatro oyununu izlerken yangın çıktığını varsayalım. Eğer herkes kurallara uyarak seri adımlarla ve sırayla salonu terk etse belki kimseye bir şey olmayacak ama bizde kimse birlikte yaşadığı insanları önemsemediği için “benden sonrası tufan” diye düşünerek kendini kurtarma derdine düşüyor. En nihayetinde de kimsenin kurtulamadığı bir yere dönüşüyor. Bu da iktidarların sadece “tencere kaynamadığında” değişmesine yol açıyor. Tencere kaynadığı müddetçe ne istersen yapıyorsun, siyasetin verdiği kararların ekonomideki etkisi vade farkı ile hissediliyor çünkü. Vade geldiğinde toparlarsan devam, aksi takdirde tencere edebiyatı devreye giriyor. Geçenlerde Eser Karakaş söylemişti bir programda, “allahtan bizde petrol yok,” demişti, “petrol olsa, bu ülkede en zalim diktatör bile ilelebet kalırdı.” İşte böyle böyle seçmenin aşırı pragmatist olduğu bir siyaset ortamına geliyoruz, seçmenin pragmatistliği siyasetçiyi de popülist yapıyor. İktidar partilerinin palas pandıras düştüğünü, partilerinin birkaç sene içinde seçime dahi giremez hale geldiğinin örnekleri Türkiye siyasetinde çok. “Mazot 1 lira olacak” lafı çeşitli sürümleriyle gündelik siyasetin hep dilinde: Ev kadınlarının maaşa bağlanması, Kur Korumalı Mevduat, her şehre havaalanı ya da bayramlarda köprülerden ücretsiz geçiş gibi tuhaflıklar sadece bir partinin programıyla sınırlı değil, hemen hepsi böyle söylemleri dillendirmek zorunda hissediyorlar kendilerini. “İyi de bu para nereden çıkıyor, zaten benim param” demiyor aynı zamanda vergi mükellefi olan seçmen, “bende para olduğu müddetçe ne yapıyorsan yap” diyor. Cebine giren para artıyorsa AB diyor, cebine giren para artıyorsa Çözüm Sürecine destek veriyor, “milliyetçiliği ayaklar altına aldım” sözünü alkışlıyor ama tersi bir durum olduğunda gri bölge içinde koşuşturmaya, partiler kurdurmaya, hamasete sığınmaya başlıyor, ne kural ne kaide, ağdan çıkıp denize dönmeye çalışan balıklar gibi zıplayıp duruyor. O yüzden de yüzde 95’inin kendi hatası olduğunu bilmesine rağmen -bunu kendi ya da sevdiklerinin canı pahasına ödüyor- umursamıyor, bir sonraki bayram tatili dönüşünde piyangonun belki de kendisine çıkacağını biliyor, gene de kural istemiyor. Kuralların gelmesinden, mesela düzenli vergi ödemekten, iki defter tutmamaktan, Varlık Barışı çıkmamasından, devlet arazisini çevirememekten ölesiye korkuyor. Bu kısırdöngülerden çıkabilmek için daha çok konuşmaya, insanları ikna etmeye, kısacası siyasete mecburuz. Mum Işığı, bu çorak ortamda izleyicileri için bir vaha olacağını daha ilk bölümünden belli etti.