Fransa gibi gelişmiş demokrasilerde bile halkın yerleşmiş siyasal parti ve liderler dışındaki alternatiflere destek verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bunun altında kuşkusuz farklı politikalar öneremeyen partilerden memnuniyetsizlik yatıyor. Geçen yazımda vurguladığım gibi Macaristan’daki birleşmiş muhalefetin yenilgisi bize şunu gösteriyor. Çağımızda özellikle medya hakimiyeti kurarak haber özgürlüğünü ortadan kaldırmayı ve seçimlerde devlet desteğiyle kendi lehlerine adaletsiz koşullar yaratmayı başaran otoriter iktidarlar, muhalefet doğruları yapsa bile kazanabiliyor. Zaten biz bunu son yirmi yılda birçok kez yaşadık (tabii muhalefetin görece doğru politikalar uyguladığı zamanlardan bahsediyorum, yenilgilerinin yanlış söylem ve tercihlere bağlanabileceği seçimlerden değil). Ama aynı zamanda otoriter iktidarların bu avantajları ilelebet devam ettirememesi ve bir noktada hata yapmaya başlaması da işin doğası gereği. Bunun en önemli nedenlerinden biriyse bu tür iktidarların temel dayanakları olan yolsuzluklar ve kayırmacılık. Demokratik iktidarlarda da yolsuzluk ve kayırma oluyor tabii ama demokratik iktidarlar yolsuzlukları azaltıp liyakatı artırabilirse daha da güçlenir. Çünkü temel dayanakları bunlar değil halkın çoğunluğunun desteğidir. Otoriter iktidarlar içinse tam tersi geçerli. Yolsuzluğu azaltıp liyakatı artıran otoriter bir yönetim ülkesi için hayırlı bir iş yapmış olsa da kendi iktidarını zayıflatmış olur. Çünkü liyakat sahibi insanlar mutlaka yönetimde de söz ve hak ister, otoriter yönetime sorgusuz sualsiz bir itaat içinde olmaz. Yolsuzluklar azaldığında ise iktidarı ayakta tutan iş dünyası, medya ve bürokrasi içindeki özel çıkar gruplarının desteği de hızla erir. Otoriter iktidarlar gerekirse halkın çoğunluk desteğinden vazgeçebilir ama bu grupların desteğinden asla feragat edemez. Tam da bu nedenle de yolsuzluk ve liyakatsızlığı azaltması imkânsız olmasa da çok zordur. Ama yolsuzluk ve liyakatsızlık aynı zamanda otoriter iktidarların kadrolarının kalitesini düşürmek ve “göz boyama ve ters köşeye yatırma” potansiyelini aşındırma etkisi gösterecektir. Yani bir zamanlar rakiplerinde bile öfkeli bir hayranlık uyandırabilen “şeytana pabucunu ters giydiren” politikalar ve söylemler yerine kendi bindiği dalı kesen hesaplar yapması ihtimali gitgide yükselir. Son seçim kanunuyla belki de bunun bir örneğini görüyoruz. İktidarın bu yasayı muhalefeti bölmek, zayıflatmak ve azınlık desteği ve sandık güvenliğine müdahalelerle iktidarını sürdürmek niyetiyle tasarladığı ve geçirdiği kör parmağım gözüne belli. Ama yeni seçim kanunu daha meclise ilk sunulduğu günden itibaren vurguladığım üzere muhalefeti parçalamak yerine daha da yoğun bir ittifaka yöneltebilir. Ve böylece daha da güçlendirebilir. Yani iktidarın hesabı ters tepebilir. Yeni sistemle ilgili yapılan projeksiyonlar şunu gösteriyor. Muhalefet başarılı olmak için seçime ortak listelerle girmek zorunda. Her seçim bölgesindeki ortak listelerini de parti aidiyeti yerine o bölgede hangi partinin adayı güçlüyse ona göre belirlemek. Bu gerçeğe gene uzun zamandır benim de irdelediğim iki gerçeği eklemek çok önemli. Son yasayla daha da tehlikeye giren sandık güvenliğini korumak da altı partı arasında ve birçok bölgede sol ittifakla daha da yoğun bir işbirliğini zorunlu kılıyor. Ortak listeyle seçime giren partilerin de mutlaka Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’in daha da ötesine geçen ortak program ve yol planı açıklaması elzem hâle geliyor. Ve tüm bunlar partiler arasında sadece liderlik düzeyinden kalmayan ve parti örgütlerini de içeren çok daha yoğun bir işbirliğini, bunu başarmak da yoğun sivil toplum desteğini zorunlu yapıyor. Kıssadan hisse yeni yasa muhalefeti başarılı olmak için daha da partiler üstü ve etkin bir ortaklık yapmaya teşvik ediyor. Tabii bunu yapmak kolay değil ama zorunlu. Dolayısıyla Ali Haydar Fırat’ın dünkü önemli yazısındaki gereklilikler söyle genişletilebilir: ORTAK ADAY ORTAK LİSTE ORTAK PROGRAM, YOL PLANI VE SÖYLEM ORTAK KADRO ORTAK İRADE Tüm bunlar demokrasi ve adalet için. Ekonomi yeniden rayına girene dek sıkıntı çeksek bile en azından yolun sonunda sıkıntıların da nimetlerin de hakkaniyetle dağıldığı, barışın değil şiddetin suç olduğu, kurnazlık ve yalanın değil erdem ve gerçeğin değere bindiği bir ülkeyi ve geleceği hayal edebilmek için. YENİYİ VE GELECEĞİ TEMSİL ETMEK Peki Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem böyle bir ortak program için yeterli olur mu? Geçmişte denenmiş politikalar çözüm olur mu? Bu sorunun yanıtına da belki gene geçen yazımda değindiğim Fransa ışık tutuyor. Dünyada Fransa gibi gelişmiş demokrasilerde bile halkın giderek daha fazla yerleşmiş siyasal parti ve liderler dışındaki altenatiflere destek verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bunun altında hiç kuşkusuz mevcut sosyoekonomik modellerden hoşnutsuzluk ve bu politikalardan farklı alternatifler öneremeyen partilerden memnuniyetsizlik yatıyor.
Muhalefet yeni bir imaj çizemiyorsa bunda kendi eksikleri kadar iktidarın medya ve enformasyon dünyasında kurduğu antidemokratik hegemonyanın etkili olduğunu tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var.
Türkiye’nin bir şansı seçilmiş iktidar eliyle otoriterleşmeyi görece erken yaşamaya başlamış olması. Yani yerleşmiş/alışılmış partinin ve mevcut sorunların sorumlusunun aslında son yirmi yıla damgasını vurmuş AK Parti olması. Dolayısıyla sistemsel rahatsızlıkların tepkisini yöneltebileceği doğal hedef o. Tabii muhalefet bunu bu şekilde sunabilir ve kendisi söylemiyle, programıyla ve kadrolarıyla “yeni” bir imaj çizebilirse. Burada eğer muhalefet bunu yeterince yapamıyorsa bunda kendi eksikleri kadar iktidarın medya ve enformasyon düyasında kurduğu antidemokratik hegemonyanın etkili olduğunu tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var. Ve bu hegemonya sürekli olarak yapay bir AKP-öncesi dönemi hafızalarda canlı tutuyor. Netice değişmiyor. Muhalefet hem AKP öncesi hem de AKP dönemine kıyasla yeni bir program sunmalı. Bu programı sunmak için de yeni iletişim yöntemleri geliştirmeli. Tüm bunlardan sadece CHP ve İYİ Parti değil özellikle Deva ve Gelecek partilerinin çıkarması gereken sonuçlar olmalı. DEMOKRASİLER BİRBİRİYLE SAVAŞMIYOR Bu yazıyı Ukrayna’daki savaştan çıkarmamız gereken en önemli sonuçla bitirelim. Demokratik ülkelerin de aralarında birçok sorun ve birçok kriz çıkıyor. Ama demokrasiler bunları savaşa gerek kalmadan çözbiliyor ya da yönetebiliyor. Yani kendi aralarında savaşmıyor. Savaşlar otoriter rejimle yönetilen ülkelerin kendi aralarında veya onlarla demokrasiler arasında oluyor. Demokratik devletler kulübüne dahil olan ülkelerin otoriter ülkeler tarafından işgale uğraması da uzun zamandır vaki değil. Otoriter iktidarların yönettiği ülkeler ise hem demokratik hem de otoriter ülkelerin işgaline uğrayabiliyor. Keza demokratik devletlerde de otoriter devletlerde de etnik ve bölgesel anlaşmazlıklar, çatışmalar var. Ama bu çatışmalar demokratik ülkelerde savaşa veya uzun süreli şiddete yol açmıyor ve ayrılmalarla sonuçlanmıyor. Otoriter ülkelerde ise bu tür anlaşmazlıklar hem savaşa ve uzun süreli şiddete dönüşüyor hem de bölünmeyle sonuçlanabiliyor. Kıssadan hisse. Sadece refah değil barış ve güvenlik için de demokrasiyi seçmek zorundayız. Bunun için de demokrasi ve adalete kavuşana dek parti ve ideolojiyi unutmamak ama bir kenara koymak.