“Türkiye’de halk yolsuzluklara alışıktır, adalete değil cebine bakar” yanlış kanaati nasıl aşılabilir? İşte bu ve bir sonraki yazımda bu sorunun yanıtını arayacağım. Önce ekim ayında “namuslu bürokratlara sesleniyorum” videosunu yayımladı. Sonra da geçen hafta devlet içinde hâlâ hukuksuzluklara direnen ve olanı biteni kaydeden namuslu bürokratlar olduğunu anlattığı, 6MilyarNerede? videosunu yaptı. Ardından Halk TV ve Medyascope’ta başarılı söyleşiler verdi. Bu adımlarla CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bürokrasiye (yani memurlar, atanmış amirler ve devlet kurumları) ve yolsuzluklara yönelik kritik önemde bir alan açma siyasetini devreye sokmaya çalışıyor. Önümüzdeki dönemde iktidara gelebilmek ve ülkenin önünü açacak bir siyasal değişimi başlatabilmek için muhalefet sandıkta açık ara kazanmak zorunda. Ama bir o kadar önemlisi, açık ara kazanacağı beklentisini seçimlerden çok önce güvenilir/gerçek kamuoyu yoklamalarında ve dolayısıyla kamuoyunda yaratmak zorunda. Bu, iktidarın kaybetmesine rağmen seçimleri iptal edebilmesini, sonuçları kabul etmemesini zorlaştırır. “Hileyle kazandılar”, “hiçbir şey yapmamışlarsa da bir şeyler yapmışlardır” iddialarının önünü baştan keser. Ama bir o kadar daha önemli ve bu konudan bağımsız olmayan bir koşul daha var. Seçim öncesi, sırası ve sonrasında bürokrasinin asgari ölçüde tarafsız davranmasını sağlamak. Yani güce ve otoriter iktidara değil hukuka, anayasaya ve yasalara sadık davranmasını. Tabii bugün Türkiye’de gerçekleşebilecek asgari oranda demek istiyorum. Bu bir yandan seçimlerin gene bugün olabilecek asgari ölçüde güvenli ve adil koşullarda gerçekleşmesi, ve iktidarın sonuçları kabul etmesi için önemli. Ama bir o kadar da, iktidara geldikten sonra muhalefetin yönetebilmesi ve gerekli reformları yapabilmesi için hayati önem taşıyor. Ekonomide, sosyal politikada, güvenlikte ve uluslararası ilişkilerde başarılı ve toplumun rızasını kazanacak politikalar uygulayabilmek için, tarafsız ve hükümetle beraber çalışmaya açık bir bürokrasi elzem. Muhalefetin uzun süre sonra iktidardan aldığı belediyelerdeki deneyim de bunu ve bunun nasıl başarılabileceğini az çok gösteriyor. Ama merkezî devlet bürokrasisinin çok daha büyük, karmaşık ve kritik olduğunu da unutmamak gerekiyor. İşte Sayın Kılıçdaroğlu’nun siyaseti bu yönde doğru bir siyaset.İktidarın etrafında güç, korku, çıkar veya samimi ideolojik saiklerle toplanmış bürokratik ve ekonomik elit çemberlerini gevşetmeye, çözmeye yönelik. Peki bu siyaset başarılı olabilir mi? Başarılı olması için hangi diğer siyasetlerle desteklenmesi gerekiyor? Bu Kılıçdaroğu’nun yolsuzluklarla ilgili ilk çıkışı değil. On yıldır yapıyor. Hatta siyasette ulusal düzeyde ilk yükselmesini de Türkiye’nin ve medyanın nispeten özgür olduğu 2000’lerde AKP’nin Şaban Dişli, Dengir Mir Fırat, Deniz Feneri vb. yolsuzluk dosyalarının üzerine giderek gerçekleştirmişti. Ama özellikle son on yıldaki yolsuzluk çıkışları doğru ve haklı olsa da seçmen nezdinde karşılığını yeterince karşılık bulmadı, yani oya dönüşmedi. Neden? Peki bu sefer başarılı olur mu, nasıl olur? İlk bakışta seçmen davranışında ve toplum tercihlerinde ortaya çıkıyor gibi gözüken “adalete karşı maddiyat” yanlış (ama kamuoyunda güçlü) ikilemi nasıl aşılabilir? Bir diğer deyişle aslında “Türkiye’de! Olmaz Sendromu”nun bir ürünü olan, “Türkiye’de halk yolsuzluklara alışıktır, adalete değil cebine bakar” yanlış kanaati nasıl aşılabilir? İşte bu ve bir sonraki yazımda bu soruların yanıtlarını arayacağım. Önce bürokrasiye, mevcut politikanın görebildiğim artılarına odaklanıp sonra yolsuzluklar, program ve nasıl geliştirilebileceğine yoğunlaşacağım. BÜROKRASİ TARAFSIZ KALIR MI? Halkın iktidarı seçimler yoluyla muhalefete vermesiyle demokrasiye geçişin başarılı olabilmesinin en önemli koşullarından biri şu. Devlet aygıtının yani bürokrasinin asgari düzeyde “siyasal partiler arasında tarafsız ama belli bir siyasal partiye veya aktöre karşı halk iradesi, anayasa ve demokrasinin yanında taraflı” durabilmesi. Bürokrasi hiçbir partinin veya kişinin malı değil. Yani olmamalı. Kamu yararına işlemesi gereken, aksi takdirde her türlü varlık nedenini ve meşruiyetini kaybedecek olan, Türkiye’de de tüm eksiklerine rağmen bu yönde mukayeseli temelleri oldukça güçlü olmuş olan bir yapı. Bu bağlamda, Türkiye’de son yıllarda devletin ne oranda dönüştüğü; bir parti devleti veya kişiselleşmiş, yani devlet başkanının kişisel mülkü gibi davranan (patrimonyal) bir devletin ortaya çıkıp çıkmadığı, akademik çalışmalarda da benim de katıldığım bir tartışma konusu. Gerek 2016 yılındaki bir akademik makalemde, gerekse son yıllardaki fikir yazılarımda (örn. “Türkiye Venezüella Olabilir mi?”) vurgulamaya çalıştığım üzere: AKP döneminde devlet kapasitesi bazı açılardan zayıflarken başka açılardan güçlendi. Ayrıca devlet geleneğininve kurumlarının uzun bir (emperyal ve Cumhuriyet dönemi) geçmişi var. Yüzbinlerce hatta milyonlarca kişi, çok sayıda kurum ve her şeyden önce bir “fikir” ve “imaj” olan devletler, olumlu yönde de olumsuz yönde de kısa sürede değişmiyorlar. Yapıcı reform süreçleri bu nedenle ancak zamanla başarılı olabilirken, aynı özellikler mevcut bir yapının kısa zamanda kökten dönüşmesini de zorlaştırıyor. Tüm bunlar Türkiye’yi Venezüella veya Kenya gibi örneklerden keskin bir şekilde ayırıyor. Kısa sürede kişiselleşmiş bir parti devletine dönüşmüş olabileceği iddialarını zayıflatıyor. Son yıllardaki tüm savrulma, aşınma ve tutulmaya rağmen. Bu konu “yeni rejim” tartışmalarında da gözden kaçırılan bir boyut... Keza AKP öncesi Türkiye’de de sorun, tek tek siyasal parti ve kişilerden bağımsız bir bürokrasinin yokluğu değildi. Tam tersine tabiri caizse “fazla güçlü” olmasıama demokratik denetim, şeffaflık ve hesap verebilirliğinin yetersiz olmasıydı. Bürokrasinin kamu yararının ne olduğuna kendi başına karar verip seçilmiş aktörlere ve halka empoze etmesi, geniş halk kesimleri ve seçilmişler nezdinde rahatsızlık kaynağıydı. Tam da bu nedenle bu “güçlü ama otoriter devletin” demokratikleşmeye ket vurduğu tartışılıyordu. Tabii devlet devasa bir yapı, her kurumunu, mesela Merkez Bankası, Dışişleri bürokrasisi, İçişleri ve TSK’yı da aynı kefeye koyamayız. Hepsinin farklı kökleri, kuralları ve teamülleri vardı. Sakın Türkiye’deki devlet kapasitesini ve özerkliğini abarttığım sanılmasın; göreceli bir durumdan bahsediyorum. Buna bir sonraki yazıda daha çok değineceğim. Bunun yanı sıra tüm bu söylediklerin son yıllarda “parti devleti söylem ve pratiklerinin” dolu dizgin patladığı gerçeğini de değiştirmiyor. Geçmişe dair haklı ve makul eleştirilere başkalarını da eklemek gerekir. Bu “güçlü” bürokrasi kamu yararına çalışsa bile belli sınıflara ve kimliklere karşı diğerlerinin hukukunu, sosyal adaletini ve eşitliğini – örneğin sermayeye karşı emek, erkeklere karşı kadınlar, Sünnilere karşı diğer mezhep ve dinler, Türklere karşı Kürtler –koruyamıyordu. Bu kapasitesi inşa edilmedi veya edilemedi. Neden, bu da ayrı bir tartışma konusu. Demokrasiye geçiş sonrası muhalefetin amacı tam da bu olmalı. Bu kapasiteye sahip bir bürokrasinin kurulması olmalı. Sonuç olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun bürokrasiyi seçim öncesi dönemde anayasaya ve devlet kurallarına daha sadık bir noktaya çekmek siyaseti, kısmen de olsa başarı şansı olan bir siyaset. Ama muhalefetin aksi ihtimallere karşı demokratik A,B...Z planlarının şimdiden olması da elzem. Seçim sonrası devlet reformu ve yolsuzluk ifşasına dayalı siyasetle devam edeceğim.