Yazılar

Mücadele, şimdi

Abone Ol
Nasılsa, siyasal krizler artık partiler yoluyla çözülecek gibi görünmüyor. Aslında başlangıçtan beri öyle olmalıydı ama sorumluluk artık hepimizin üzerinde. Kendi hayatlarımıza sahip çıktıkça, bu sistemin daha insanileşmesi yolunda bir mevzi kazanmak mümkün olabilir.

Komünist Manifesto’nun meşhur başlangıç paragrafıdır: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti… Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları...”

Marx belki kapitalizmin geleceğine dair yanlış öngörülerde bulunmuş olabilir ama tüm güçlerin halklara karşı bir arada savaştıkları tespiti değişmez bir hakikat olarak önümüzde duruyor. O günden bu zamana hiçbir şey değişmedi. Tüm dünyada bölüyorlar bizi, birleşemeyelim diye. Dindar, dinsiz, siyah, beyaz, sosyalist, milliyetçi, homoseksüel, heteroseksüel, şu bu. Bu bölünmeler ne kadar çok olsa o kadar iyi. Böylece bir araya gelip bize yapılanlara karşı mücadele edemeyiz. Bölünme demişken, tekçilik savunuculuğu yaptığım sanılmasın. Tam tersine tüm bu gruplar hep birlikte direnirse başarıya kavuşmak mümkün ama birbiriyle dövüşürlerse, hezimetleri kaçınılmaz olacaktır.

Bahsedilen tüm bu kategorizasyonlar aslında insanın doğasından gelen veya gelmeyen (ideolojik olanlar) bazı farklılıklardır ve insan olmaktan kaynaklanan her şey insanın hakkıdır.  İnsan hakları hukuken garanti altındadır ve hukuk işletildiğinde esasen tartışılacak bir yanı yoktur. Çünkü kimsenin bir başkasının hakkı hakkında yaptırım yapma hakkı yoktur. Birisinin bir diğerini sırf homoseksüel olduğu için eleştirmesi mantıki hiçbir dayanak barındırmaz. Nitekim kimse kimseyi zorla homoseksüel yapamaz, kişilerin şahsi hayatlarında yaşadıkları tecrübeler bir başkasının fikir ve karar alanı değildir. Bu meseleleri Batı medeniyeti kaç sene önce kapattı fakat biz maalesef insanlık, hukuk, eşitlik, demokrasi, laiklik gibi konularda hâlâ giriş dersine muhtacız.

HERKES BANA BENZESİN

Bu farklılıkların tamamı gerçektir, mevcuttur ama bunların derinleştirilmesi iktidar sahiplerinin işine yarar. Çünkü istiyorlar ki bu gruplar arasında tartışma olsun, birisi beyaz olunca diğerinin siyah olmasına izin vermesin, nerede bir siyah görse boğazına çöksün, yaşam hakkı tanımasın, bunlar bu çamurda yuvarlanırken, gemisini götüren kaptan.

Sürekli bir film izletiliyor bize. Birilerinin yaşamının bekçisi kesiliyoruz, kendi hayatlarımızın sorumluluğunu almışız gibi. Bunun en somut örneğini en son Ebrar Karakurt konusunda yaşadık. Sanki onu eleştirenler özel hayatlarında çok ahlaklılar, heteroseksüelliğin hakkını verip etik, saygı ve sevgi çerçevesinde ilişkiler kuruyorlar; karılarını kocalarını hiç aldatmıyorlar, çocuklarına iyi birer örnek oluyorlar da kalkıp Ebrar’ın bir kadına âşık olma ihtimali üzerinden sinir krizi geçiriyorlar. Bunları -imkânsız ama diyelim- mükemmel bir şekilde yapıyor olsanız bile bir başkasının hayatını sınırlama hakkınız hukuken ve toplumsal açıdan yok.

Bütün bu hadsiz tartışmaların ve birbirine utanmazca saldırmanın temel sebebi, gerçekten bireysel hayatınızın olmaması. Aslında kendi hayatlarınızı hayallerinizin ve isteklerinizin gerçekleşmesine yönelik çaba sarf edecek şekilde yaşayabilseniz, kimsenin hayatını kurcalamaz, değerlerini ve seçimlerini konuşacak vaktiniz olmazdı. Herkes kendini gerçekleştirmek yolunda hareket edebilseydi, bu ayrımlar kavga konusu olmazdı. Ancak kapitalizmin işlemesinin en önemli yollarından birisi de sizi hayatsız bırakması zaten. Siz yaşamayın ki başkaları yaşasın. Boşuna değil yogayla, meditasyonla, çakra açmakla huzuru bulanların ezici bir çoğunluğunun babadan veya kocadan zengin orta yaşlı kadınlar ve eski beyaz yakalı emekli teyzeler olması. Bunlara gelen ilâhî sırlar, niçin Agrobay işçisi kadınlara gelmiyor? Çünkü kapitalizmin tanrıları işçilere tafsilatlı vahiy yollamaz, onlara verilen emir en nihayetinde tektir: Ölene kadar çalışacaksın.

Sabahtan akşama kadar çalışıp kendini unutunca ve yaşam bir keyifli macera değil de ölüm kalım mücadelesine dönüşünce, hele de dünya ve kendin üzerinde düşünemiyorsan, hayata, kendine, sisteme yönlendirmediğin öfkeni kime yönlendireceksin? Başkasına. Mahallende el ele gezen o çifte, metroda sevgilisini öpen çocuğa ahlak bekçisi kesilirsin. Oysa öfkeni yönlendirmen gereken o gençler değil, bu sistemi kuranlardır, bu sistemin bekçileridir. Sen neden istediğini giyemiyorsun, neden istediğin yerde yemek yiyemiyorsun, neden senin çocuğun hak ettiği çağdaş eğitimi alamıyor, neden yılda hiç olmazsa bir kere tatile gidemiyorsun? Bunların sorumlusuna öfkeleneceğine, senin gibi bu sistemin ağırlığı altında o veya bu şekilde ezilen başka bir gence düşman oluyorsun.

DİRENEREK YAŞAMAK

Seçimden sonra yaşananlar malum. Gerek burada gerek dünyanın herhangi bir yerinde siyasal partilerden şahsen benim bir beklentim kalmadı. Fakat bu böyle diye susup oturacak mıyız? “Adam sen de!” mi diyeceğiz? Hayır. Biz artık yaşamı dahi parayla alınıp satılanlar olarak haklı olan tarafız. Bu yüzden de davamızın haklılığı ve sözümüzün hakikatiyle mücadele edeceğiz. Topla tüfekle, şiddetle değil, hukuksuzlukla, baskınla, çökmeyle, kumpasla değil, yüreğimizle, sözümüzle, dilimizle mücadele edeceğiz. Savaşımız cephede değil, kimseyle sokak sokak dövüşmeyeceğiz. Bu, gün be gün direnmeyi gerektiren bir yaşam mücadelesidir.

Elbette tüm dünyayı ele geçirmiş bu bir avuç kapitaliste ve büyüyen faşizme karşı meşru şiddeti savunanlar var. Örneğin İngiliz gazeteci Natasha Lennard, “Faşist Olmadan Yaşamak” isimli kitabında “anti faşist şiddetin şiddete karşı cevap olarak ortaya çıkmış bir şiddet” türü olduğunu ve bu yüzden meşru olduğunu ileri sürerek bunu onaylıyor. Ben buna iki sebepten karşıyım. Öncelikle, şiddete karşı şiddet göstermek yalnız daha büyük bir şiddet sarmalını tetiklemeye yol açar. Bu da aslında hâlihazırda ezilmekte olan milyonların daha çok ezilmesine geçerli bir gerekçe yaratır.

Boşuna değil yogayla, meditasyonla, çakra açmakla huzuru bulanların ezici bir çoğunluğunun babadan veya kocadan zengin orta yaşlı kadınlar ve eski beyaz yakalı emekli teyzeler olması. Bunlara gelen ilâhî sırlar, niçin Agrobay işçisi kadınlara gelmiyor?

Biz bunun bir örneğini Gezi’de görmedik mi? O dönemle ilgili konuştuğumuzda, kimi vatandaşlar protestoların “merhametsizce bastırılmasını” devletin meşru şiddet tekelini elinde bulundurma hakkına dayanarak destekliyor. Neden? Çünkü maksadını aşan bazı eylemler söz konusu olunca, devlet tepki gösterdi diyorlar. Benzer bir şekilde, İsrail’de de haftalardır süren protestoları eleştirenler var. Oysa protesto vandalizm değildir; silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü anayasal bir haktır. Bunu halka anlatabilmek, insanların itiraz etme hakkı olduğunu öğrenmeleri gerekiyor. Dediğim gibi, silahsız ve şiddetsiz.

Şiddet ve kaba kuvvet çözüm değil çünkü sayıları milyonları da bulsa, ezilen gruplar hiçbir zaman ciddi bir kuvvet sahibi değiller bu yüzden karşılarında uluslararası şirketlerin ve hükümetlerin bir ittifakı varken ve bunların ellerinde silahlı güçleri varken, tez elden yok olup gitmek ve arkada kalanların da mücadele edemeyecek hale gelmelerine yol açmaktan başka bir işe yaramaz.

AYNI HİKÂYE

Bu noktada, ne acı ki aslında ayın sonunu getiremeyen polisler de bu sarmalın arafta kalan bir parçası haline gelmişlerdir. Dünyanın herhangi bir yerinde birileri daha da zengin yaşasınlar diye haritada bulamayacakları şehirlere yollanan askerlerin durumu da mesela yine böyledir… İktidar sahiplerinin sırtını yasladığı isimsiz yüz binler.  Bu anlattıklarım Latin veya siyahi bir Amerikan askeri için de geçerli, bizim evlatlarımız için de… Mekânlar ve karakterlerin isimleri değişiyor sadece, yoksa her yerde hep aynı öyküyü dinliyoruz. Birileri sürekli cebini dolduruyor, o cepler boş kalmasın diye başkalarına türlü türlü hikayeler anlatıyorlar; işlerine gelmedi mi hayatlarını bozuk paralar gibi harcamaktan da bir an bile tereddüt etmiyorlar.

Ne yapacağız? Ailemize, çevremize sahip çıkacağız, okulda sınıfımızı, üniversitede kampüsümüzü, ilçede kütüphanemizi, piknik yaptığımız bahçeyi, yüzdüğümüz denizi, içtiğimiz suyu koruyacağız, ne kadar yapabilirsek, savaşsız şiddetsiz direneceğiz, kendi etik değerlerimizi, insanlığımızı koruyacağız.

Yaşam tümüyle onların elinde. İş yerlerini ve çalışma koşullarını ellerinde tuttukları gibi, bir iş kazasında öldüğünüzde canınızın da bedelini ödemeye niyetleri yok, her gün faturalarla, taksitlerle, kredi kartlarıyla sıkıştırdıkları yetmezmiş gibi, maaş tehdidiyle, iş kaybetme korkusuyla dürtüp duruyorlar. Her şeyin sahibi onlar. Geceleri kaçan uykularınızın, gördüğünüz kabusların… Bu, bir umutsuzluk yazısı değil. Mücadele etmekten vazgeçmeye ve bütün mevzileri terk edip bütünüyle teslim olmaya bir çağrı değil.

Peki ne yapacağız? Ailemize, çevremize sahip çıkacağız, okulda sınıfımızı, üniversitede kampüsümüzü, ilçede kütüphanemizi, piknik yaptığımız bahçeyi, yüzdüğümüz denizi, içtiğimiz suyu koruyacağız, ne kadar yapabilirsek, savaşsız şiddetsiz direneceğiz, kendi etik değerlerimizi, insanlığımızı koruyacağız. Üstelik bu mücadele ülkeyle sınırlı değil artık, nereye gidersek gidelim, adı sanı, cinsel yönelimi, cinsiyeti, milleti, fikri ne olursa olsun birbirimize sarılacağız. Bundan başka bir yol yok gibi gözüküyor.

Nasılsa, siyasal krizler artık partiler yoluyla çözülecek gibi görünmüyor. Aslında başlangıçtan beri öyle olmalıydı ama sorumluluk artık hepimizin üzerinde. Kendi hayatlarımıza sahip çıktıkça, bu sistemin daha insanileşmesi yolunda bir mevzi kazanmak mümkün olabilir. Sosyalizm vaktiyle bazıları için güzel bir düştü derler; şahsen benim inanmadığım bir sistem. Ancak sosyalizmin en büyük katkısı vahşi kapitalizmi bir nebze olsun yaşanabilir kılma adına ona vurduğu darbedir. Bu da asla SSCB’nin ve onun yayılmacı sisteminin başarısı değil; güzel yürekli binlerce sosyalistin başarısıdır. Bundan sonrası için, biz de umutlu olursak, inanırsak, sorumluluk alırsak, bu sistemi daha fazla insana yakışır hâle getirmek neden mümkün olmasın?